Bazı Toplumlar Niçin Felaket Getiren Kararlar Alırlar?

yazan: Özgür Kurtuluş

Giriş

6 Şubat 2023 Büyük Güneydoğu Depremlerinde binlerce ev yıkıldı, on binlerce insanımız hayatını kaybetti. Bu büyük felaket sonrasında kuşkusuz büyük bir insanlık dramı yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. Hiçbir toplum bu ölçekte yıkıcı sonuçları olan bir depremin altından kolaylıkla kalkamaz ve yaralarını kısa sürede saramaz. Elbette bu felaketin siyasi ve ekonomik sonuçları olacak ve artık belki de hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Ya da belki her şey eskisinden daha kötü olacak. Bundan sonra neler olacağı, toplum olarak vereceğimiz kararlara bağlı. 

Bu nedenle, daha geniş bir perspektiften bakarak, Türkiye’yi bugüne getiren kararların nasıl alındığını, ve ülkeye felaket getiren bu kararların alınmasında devletin ve toplumun sorumluluğunu değerlendirmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Yıkımın sorumluluğu elbette o yapıların inşa edilmesine izin veren, yapıları denetleyen ve yapan kişi ve kurumların üzerinde. Ancak bu büyük yıkım kişisel sorumlulukların yerine getirilmemesinden mi ibaret yoksa daha derinlerdeki kültürel motiflerin mi bir sonucu?  Buraya nasıl geldik sorusunun cevabı bundan sonra ne yapacağız sorusuyla yakından ilgili olmalı.

Bu değerlendirmeyi yaparken, Jared Diamond’ın “Bazı Toplumlar Niçin Felaket Getiren Kararlar Alırlar?”*  makalesinden faydalanıyorum. Diamond California Üniversitesi’nde toplumların çöküşü konusunda dersler veren bir akademisyen. Bu konuda, “Guns, Germs and Steel” (Tüfek, Mikrop ve Çelik) ve Collapse (Çöküş) adlı kitapların yazarı. Temel çalışma sorusu: “Niçin geçmişte bazı toplumlar yaşamaya devam ederken bazıları çöktü?”

Diamond, makalesine Polinezya halkı olarak bilinen Paskalya Adalılar hakkında bir anlatıyla başlıyor. Polinezya halkı başlangıçta dünyanın en geniş palmiye ormanlarına sahip Paskalya Adası’na yerleşiyor. Bu ağaçlar, toplumun en önemli ekonomik (tarım alanlarında erozyona karşı yüzey toprağını korumak) ve sosyal (dini ritüeller vb alanlarda) kaynağı haline geliyor. Burada, kano yapımı, yakacak, heykelleri taşımak, kaldırmak ve oymacılıkta kullanmak için bu ormanı yavaş yavaş yok ediyorlar. Sonunda tek bir ağaç bile kalmıyor ve bir süre sonra halkın %90’ını yok eden bir yamyamlık salgını sonucu çöküyorlar.** 

Araştırmalara göre, antik devletler çoğunlukla çevresel koşullar sebebiyle yıkılmışlardır. Modern toplumlar ise merkezi karar alma, yüksek bilgi akışı, koordinasyon, resmi komuta kanalları ve kaynakların birleştirilmesi ile karakterize edilir. Çevresel koşullarla başa çıkmak için hem işgücünü hem de kaynakları tahsis etme kapasitesi, modern toplumların en iyi yaptığı şeylerden biridir. Ancak tıpkı bireyler gibi, modern toplumlar da kötü kararlar verirler. Bireylerden farklı olarak gruplar, (ve toplum) üyeler arasındaki çıkar çatışmaları ve güç dinamikleri gibi bazı faktörler sebebiyle yanlış kararlar alabilir ya da verdikleri kararları uygulayamayabilir. 

Peki bir toplum yaşamak için bağımlı olduğu ağaçların tümünü kesecek kadar yıkıcı bir kararı nasıl alır? İşte Diamond bu sorunun peşinden giderek olası cevapları, birbirinden kesin çizgilerle ayrılmayan dört kategoriye ayırıyor. Şimdi bu kategorileri kullanarak Türkiye’nin deprem konusunda aldığı ‘yıkıcı’ kararları ve bu kararları nasıl uyguladığını değerlendirelim. 

1. Öngörüsüzlük

Diamond’a göre, bir toplum öncelikle, bir sorunu fiili olarak ortaya çıkmadan önce öngörmekte başarısız olabilir. Türkiye’nin 17 Ağustos 1999 Marmara depremindeki durumu bu kategori ile de ilişkilidir. Elbette Türkiye’nin bir deprem bölgesi olduğu biliniyordu ve bilim insanları Türkiye’deki aktif fay hatlarının büyük bir deprem üretebileceği konusunda toplumu uyarıyordu. Tarihte, örneğin 1939 Erzincan Depremi gibi büyük yıkımlar meydana gelmişti ancak toplum bu deneyimleri unutmuştu. Yaşayan kuşaklar 1999 Gölcük ve İzmit depremi olarak da adlandırılan Marmara Depremi’ne kadar, depremin ne kadar büyük bir yıkıma yol açabileceğine dair bir fikre sahip değildi. Nitekim devlet kurumlarının da böyle büyük bir depreme karşı ne önlemi ne de hazırlığı vardı. Daha vahimi, aslında bu bölgedeki fay hatları bilinmesine rağmen, önceki depremler sırasında bu denli bir nüfus yoğunluğuna sahip olunmadığı için, bu konuda uyarılar yapan bilim insanları felaket tellalığı ile suçlanıyorlardı. Depremin neden olabileceği yıkım tahayyül edilemiyordu. Bu anlamda 1999 yılındaki felaket Türkiye’nin deprem ile mücadelesinde öngörüsüzlüğün aşıldığı bir dönüm noktası olarak kabul edildi. 

Her toplum gelecekte ortaya çıkabilecek bir problem hakkında öngörüsüz olabilir. Geçmişte yaşanan acı tecrübeyi unutabilir. Bunun kültürel olmadığını, ‘bize özgü’ olmadığını anlamak önemlidir. Çünkü bu bize özgülük mevzusu sorunların çözülemeyeceğine yönelik bir yargı içerir. ‘Geçmişte de böyleydi, şimdi de böyle gelecekte de böyle olacak’ ifadesidir bize özgülük. Sanki bir karakteristik özellik gibi yapışır toplumun üzerine ve bu durum toplumu yönetenlerin işine gelir. Ancak, örneğin 1960’larda ABD’nin Arizona Eyaletindeki Tucson sehri büyük bir kuraklık yaşadı. Şehir yönetimi, vatanadaşlar, sivil toplum, bundan böyle suyu çok daha verimli kullanacaklarına dair toplantılar yaptılar ve kararlar aldılar. Sadece 10 sene sonra golf sahaları ve bahçeleri yine eskisi gibi sulamaya geri döndüler. Kuraklık unutulmuştu. 1973 Körfez Petrol Krizinden sonra da dünyada özellikle ABD’de petrol kullanımının kısıtlanması (örneğin daha düşük motor hacimli otomobillerin üretilmesi) yönünde kararlar alınmıştı. Ancak krizden sadece birkaç yıl sonra bütün bu kararlar unutuldu (örneğin büyük motorlu araçların üretimine geri dönüldü).

Dolayısıyla geçmişteki hataları unutmak, çıkarılan dersleri bir kenara bırakmak sadece bir topluma özgü ya da ‘bize özgü’ değil. Bir sorun bertaraf edildikten sonra yaşanan rahatlama ile tecrübe edilen sıkıntılar kısa sürede toplumsal hafızadan silinebiliyor. Bunun yanı sıra, toplumlar daha önce hiç deneyimlemedikleri tehditlerle de karşı karşıya kalabiliyorlar. Örneğin günümüzde robotik ve yapay zeka teknolojisindeki gelişmeler toplumlara önemli fırsatlar sunduğu kadar, kitlelerin hiç bilmediği ve tecrübe etmediği tehditler de içeriyorlar. Hatta bu tehditlerin nihai sonucunun insanlığın makineler tarafından ortadan kaldırılması ya da köleleştirilmesi olduğunu iddia edenler var. Bilim insanları ise şimdilik bunun sadece bilim kurgu filmlerinde olabileceğini söylüyor. Deprem ile ilgili çok şey bilsek de, yine de öngörülemeyen durumlarla karşı karşıya kalmak olası. Büyük Güneydoğu Anadolu depreminin olacağını bilim insanları biliyordu. Ancak 12 saat içinde iki büyük deprem olması, depremin yayıldığı alan ve sebep olduğu yıkım bütün öngörüleri aştı. 

2. Algılama Problemi

Bazı toplumlar bir problemi algılamada başarısız olabilirler. Diamond’a göre temelde bunun üç sebebi var. Birincisi, bazı problemlerin kökeni tam olarak algılanamaz. Örneğin bir toprağın neden verimsiz olduğu yalnızca kimyasal analiz araçları ile ölçülebilir. Dolayısıyla yeterli teknolojinin olmadığı dönemlerde ve bölgelerde toprağın verimsiz olduğu tecrübe ile anlaşılabilir ancak neden verimsiz olduğu anlaşılamaz. 

İkincisi, problem yavaşça seyreden bir biçimdedir. Yani problemin ortaya çıkaracağı zararlar çok geniş bir zamana yayılmıştır. Küresel ısınma bunun için verilebilecek en güzel örnek olsa gerek. Dünyadaki sıcaklıkların, insanların sebep olduğu değişimlere bağlı olarak arttığını ve bunun büyük iklim değişikliklerine sebep olduğunu yeni yeni anlayabiliyoruz. Hatta birçok insan buna hala inanmıyor. 

Problemi algılamadaki başarısızlığın üçüncü sebebi ise, yöneticilerin problemin kaynağına uzak olmalarıdır. Örneğin deprem kuşağında yaşamayan ya da hiç deprem yaşamamış yöneticiler deprem tehlikesini yeterince doğru değerlendiremeyebilir. Bilimsel bilgiye uzak olan yöneticiler, bilim insanlarının uyarılarını dikkate almayabilir. 

Türkiye’nin deprem tehlikesinin algılanmasında bir problem olduğu kesin. Bunu fay hatları üzerindeki yapılaşmanın son 20 yıldaki seyrine baklarak anlayabiliyoruz. 1999 depreminden uzaklaştıkça, yıllar geçtikçe, verilen kat izinlerinin giderek arttığını, deprem toplanma alanlarının imara açıldığını, deprem yönetmeliklerinin esnetildiğini ve denetimlerin gevşediğini görüyorduk. Görmediğimiz şeyse fay hatlarında biriken enerjiydi. Bilim insanları bize bunu söylese bile, her geçen gün artan bu enerji birikimini göremediğimiz için algılamakta zorluk çekiyorduk. Ta ki bu enerji bir depreme sebep olana kadar. 

Bir diğer algı probleminin fay hatlarına şehirler inşa etmekle ilgili olduğu açık. Büyük Güneydoğu Depremi ile ilgili en şok edici gerçek, bölgedeki şehirleşmenin, üç kıtanın birleştiği bir jeolojik bölgede, 7 üzeri deprem üretme potansiyeline sahip fay hatları üzerinde yoğunlaşmış olmasıdır. Elbette bu kentler oldukça eski yerleşim yerleri ve kuruldukları dönemde deprem hakkında bilgiler sınırlıydı. Ancak son yirmi yılda bu kentlerin büyüme alanlarına baktığımızda fay hatlarının çok da dikkate alınmadığını görebiliyoruz.  

3. Müştereklerin Trajedisi

Diamond’a göre toplumların sorunlarını çözmekte başarısız olmasının üçüncü sebebi, öngördükleri ve olması gerektiği gibi algıladıkları bir problemi çözmekte başarısız olmalarıdır. Bu en yaygın ve en şaşırtıcı görünen kategoridir. 

Diamond bu durumun liberal iktisatçıların ‘akılcı davranış’ dedikleri olgudan ileri geldiğini düşünüyor. Buna göre bazı insanlar kendi çıkarlarını korumak için başkalarının aleyhine olabilecek davranışlar sergilerler. Liberal iktisatçılar bu tutumun ahlaki olarak yanlış olsa bile ‘akılcı’ sayılabileceğini iddia eder. Böyle davranan insanlar çoğunlukla teşvik edilir ve yanlış davranışlarının cezasını çekmezler. Mevcut durumun kazananları olarak sayıca azdırlar, iyi örgütlenmişlerdir, yüksek kazanç elde ettikleri için yüksek motivasyonları vardır ve yönetimle sosyal ve ekonomik ilişkileri vardır. Bununla birlikte kaybedenler çok sayıdadırlar, örgütsüzdürler, görünen bir kazançları olmadığı için motivasyonları yoktur ve yönetimle organik bir ilişkileri yoktur.

Basitçe çıkar odaklı bencillik (benim için iyi, toplumun geri kalanı için kötü) olarak tanımlanan bu davranış, özellikle şirketlerin temel stratejisidir. Kârı alma, zararları dışsallaştırma olarak da tanımlanabilir. Örneğin madencilik firmaları uzun yıllar boyunca zehirli atıklarını doğrudan ırmaklara ve göllere boşalttılar. Maden ocakları ile işleri bittiğinde hiçbir temizlik yapmadan çekip gittiler. 1970’lerde bu maden firmalarını atıklarından sorumlu tutan yasalar yapılmaya başlandı. Bunun üzerine maden şirketleri madeni çıkardıktan hemen sonra iflaslarını ilan ederek buradaki yüksek temizlik maliyetinden kaçmaya başladılar. Günün sonunda bu kirliliği temizlemek için gerekli maliyeti devlet (vergiler yoluyla toplum) karşıladı. 

Bu aslında ‘müştereklerin trajedisi’ denilen olgudur. Daha iyi anlamak için, topluluğun ortak kullandığı bir mera ya da göl üzerinden düşünelim. İyi uygulanan düzenlemeler yoksa insanlar  ortak sahip olunan kaynaktan maksimumunu almaya çalışırlar. Bu durumda insanlar, “hayvanlarımı daha çok otlatmazsam”, ya da “gölden daha çok balık avlanmazsam, bir başkası bunu yapacaktır, dolayısıyla hayvan otlatırken ya da balık avlarken dikkatli olmanın ne benim için ne toplum için bir faydası olur.” diye düşünürler. Dolayısıyla insan için ‘akılcı’ davranış, kaynağın bitmesi ya da yok olması, topluma zarar vermesi pahasına, onu diğer insanlardan önce, kullanabildiği kadar kullanmaktır. 

Çıkar çatışmalarını içeren akılcı davranış, tüketicinin kaynağı koruma konusunda uzun vadeli bir çıkarı olmadığında da ortaya çıkar. Örneğin ormanların, madenlerin, akarsuların ticari olarak işletilerek kirletilmesi ve tüketilmesi bu olgunun somut bir örneği. Dünyadaki ve ülkemizdeki doğal kaynaklar, yer altı suları, içme suları şirketler tarafından hızla sömürülüyorlar. Bu durumun kötü sonuçlarından en çok gelecek kuşaklar etkilenecek ancak onlar şikayet edemezler ve oy kullanamazlar. 

Müştereklerin trajedisi, bireylerin kısa vadeli ve uzun vadeli çıkarları arasındaki çatışmalardan kaynaklanır. Bugün dünyadaki milyarlarca insan fakir ve sadece ertesi gün için ne yiyeceğini düşünebiliyor. Tropikal resif bölgelerindeki fakir balıkçılar, gelecekteki geçim kaynaklarını yok etmek pahasına resif balıklarını yakalamak için dinamit ve siyanür kullanıyorlar. Bugün çocuklarını doyurabilmek için başka seçenekleri olmadığını düşünüyorlar. Tıpkı orman köylülerinin her yıl daha fazla ağaç kesmek istemesi gibi. Hükümetler de kısa vadeli sorunlara odaklanmayı tercih ederler. Yaklaşan felaketlerdense yalnızca patlamanın eşiğindeki sorunlara dikkat ederler ve uzun vadeli sorunlara ayıracak zaman ve kaynaklarının olmadığını düşünürler. 

Bazı durumlarda sorunun sürdürülmesi hükümetler için iyidir. Bu, hükümetin iktidarda kalmasının bir yoludur. Bununla birlikte, yöneticiler kendilerini eylemlerinin sonuçlarından soyutlayabildikleri ölçüde, ve hesap vermeyeceklerini düşündüklerinde, kendilerine fayda sağlayan ancak topluma zarar veren kararlar almaya oldukça yatkındırlar. Temelde rant sistemi üzerine kurulu olan modern devlet, müştereklerin ranta dönüştürülerek dağıtılması mantığı üzerine çalışır. Yönetici elitleri, en tepeden en yerel olana kadar kendilerini destekleyenlere rant dağıtırlar. İktidar süresi uzadıkça bu rant ilişkisi daha da güçlenir ve çeşitlenir. 

Müştereklerin trajedisinin bariz çözümü kamu denetleyicisinin kural koyarak bireylerin kendi çıkarına ancak toplumun zararına olan faaliyetlerini kanunlarla sınırlaması ve/veya yasaklamasıdır. Bu çözüm büyük bir idari yük getirir. Üstelik her idari kararın uygulanma sürecinde olduğu gibi, karar verici elitin eylemlerinin sonuçlarından kendini soyutlayabildiği ölçüde, kendisine fayda sağlayacak şekilde, bu kanunları ihlal etmesi, esnetmesi ya da işlevsizleştirmesi riskini taşımaktadır. Aynı şekilde vatandaşlar da bu kanunları ihlal ettiklerinde başlarına bir şey gelmeyeceğini düşünürlerse uygulama başarısız olacaktır. Bu nedenle kağıt üzerindeki kanun değişikliklerinden daha fazlası gerekir. Vatandaşların ortak çıkarlarının ve ortak bir geleceği paylaştıklarının farkına varması, birbirlerine güvenmeleri ve kendilerini örgütleme ve kamuyu denetleme yetkisine ve iznine sahip olmaları bu tür sınırlamaların uygulanabilmesine imkan tanır. Bu da açıkça kültürel bir meseledir. 

4. Psikolojik İnkar

Toplumların algılanan bir sorunu çözmekte başarısız olmalarının bir başka sebebi de psikolojik inkardır. Algıladığınız bir şey sizde acı verici bir duygu uyandırıyorsa, acıdan kaçınmak için algınızı bilinçaltında bastırabilir veya inkar edebilirsiniz. Korku, endişe ve kederden mümkün olduğunca kaçma eğilimindeyiz. Korkutucu bir deneyimin anısını veya eşimizin, çocuğumuzun, arkadaşımızın ölme olasılığını düşünmeyi reddederiz çünkü bu düşünce çok acı vericidir.

Örneğin, yüksek bir barajın altındaki dar bir nehir vadisini düşünün, öyle ki baraj patlarsa oluşacak sel vadide yaşayan tüm insanları öldürme potansiyeline sahip olsun. Tutum anketörleri, insanlara barajın patlamasıyla ilgili ne kadar endişe duyduklarını sorduğunda, vadide yaşayan insanların endişelerinin baraja yakın bölgelerde daha fazla olması beklenir.

Ancak şaşırtıcı bir şekilde, barajın yıkılmasına dair endişe, baraja yaklaştıkça sıfıra düşüyor! Yani barajın hemen altında yaşayanlar, baraj patlamasında boğulacağı kesin olan insanlar, kayıtsızlıklarını dile getiriyorlar. Bunun nedeni psikolojik inkardır: Her gün baraja bakarken akıl sağlığını korumanın tek yolu barajın patlayabileceği ihtimalini reddetmektir. Deprem tehlikesi altındaki İstanbul’da yaşayanların ve İstanbul’u yönetenlerin genel durumu da budur. 

Sonuç

Jared Diamond’ın “Bazı Toplumlar Niçin Felaket Getiren Kararlar Alırlar?” sorusunun peşinden giderken oluşturduğu birbiriyle ilişkili bu dört kategori, Türkiye’nin deprem sorunu ile ilgili bize bir perspektif sunuyor

Sondan başlarsak Türkiye’de deprem ile ilgili hem vatandaşlarda hem de yöneticilerde bir ‘psikolojik inkar’ olduğu su götürmez. Özellikle son üç yıldır yaklaşmakta olduğu bilim insanlarınca defalarca söylendiği halde bölgede tedbir almaya yönelik tek bir adımn atılmaması, bölgede yaşayanların konutlarını güçlendirmek ya da yerleşim yerlerinde depreme yönelik önlemlerin alınmaması başka nasıl izah edilebilir? Açık bir şekilde bölgede yaşayan vatandaşlar ve ülkeyi yönetenler böyle bir felaketin yaklaşmakta olduğunu inkar ettiler. Aynı şekilde İstanbul ve çevresinde yaşayanların, yine bilim insanları tarafından yaklaşmakta olduğu defalarca ilan edilen bir büyük depremi inkar etmeleri gibi. 

Resmi rakamlara göre 18000 gayri-resmi rakamlara göre 65000 insanın öldüğü 1999 Marmara Depreminin ardından Türkiye’nin depremle ilgili bir ‘öngörüsüzlük’ yaşanması mümkün değil gibi görünse de toplumların geçmişte yaşadıkları acı tecrübeleri unutabileceğini biliyoruz. 24 yıl depremlere hazırlanmak için olduğu kadar unutmak için de yeterli bir süre. Bununla birlikte, depremle ilgili çalışan önemli sayıda bilim insanının yanında, 1999 Marmara Depremi sırasında aktif çalışan birçok sivil toplum kuruluşu da deprem ile ilgili çalışmaları o günlerden bugüne aralıksız sürdürdü. Topluma gerekli uyarıları her fırsatta yaptı. Ancak toplumda bir ‘algılama problemi” vardı. Belki de fay hatları görünür olmadığı için hazırlanan deprem yönetmelikleri zamanla gücünü yitirdi, kaçak yapılar imar barışlarıyla affedildi, deprem için alınan tedbirlerden bir bir vazgeçildi, deprem için toplanan paralar başka yerlere harcandı, deprem eğitimleri savsaklandı, afet için ayrılan bütçeler, giderek bir büyük bürokratik karmaşıklığa dönüşerek çevikliğini kaybeden afet kurumları tarafından emildi. 

Ancak tüm bu yazılanlar içinde asıl meselenin müştereklerin trajedisi olduğunun farkında olmak gerekir. Bir müşterek olarak kentlerin depreme hazırlanma maliyeti kimse tarafından karşılanmadı. Ne devlet, ne belediyeler ne de şirketler ve vatandaşlar, yapıların depreme dayanıklı hale getirilmesinin maliyetini üstlenmek istediler. Devleti yöneten hükümetler açısından konu; parayı, seçmenler tarafından itibar edilmeyen, görünmeyen ve seçim dönemi içinde bir fayda sağlayacağı belirsiz olan depreme hazırlık için harcamaktansa, kısa vadede seçim kazandırmaya yönelik yol, köprü gibi üst yapı çalışmalarına harcamaktı. Belediyeler depreme hazırlık gibi bir konuda kendilerini yükümlü hissetmediler ve tüm sorumluluğu merkezi hükümete yüklediler. Vatandaşlar oturdukları konutların güvenliğini umursamadı, hatta kaçak yapılar ya da tadilatlarla kanunları çiğnemeye devam ettiler. Bir toplum “müştereklerin trajedisi” meselesini çözemediği ölçüde yok oluşa daha çok yaklaşır. 

Tarihin bize öğrettiği, felaket getiren kararlar alan toplumların bir süre sonra dağıldığı, ortadan kalktığıdır. Deprem ile mücadele bu toplumun gerçek beka sorunudur. Olağanüstü tedbirler almayı gerektirir. Bu tedbirlerin neler olduğunu aslında 1999’dan beri çok iyi biliyoruz. Dolayısıyla bilmekle ilgili bir problemimiz yok. Ancak bunları yapmak, yapabilmek hiç de öyle kolay değil. Çünkü bir iktidar değişiminden fazlasını, kapsamlı bir kültürel değişimi gerektiriyor. Bu değişim sadece depreme yaklaşımımız ile ilgili olamaz, daha bütüncül olmalı. Demokrasiyi partilere oy verilecek günün gelmesini beklemekten ibaret görmemek, sorunlarımızı çözmek için örgütlenmenin zorunluluğunu keşfetmek, öncesi ve sonrasıyla depremin yol açtığı yıkımın sorumlularını gizlemek için felaketin büyüklüğüne ve hamasi bir “birlik ve beraberlik” anlatısına sığınmamak gibi. Şunu kabul edelim: Toplumsal hafızası çok zayıf bir toplumuz. Sadece kriz anlarında kenetlenen, sonrasında çabucak çözülen, ortak iyiliği göz etmeyen, acılarını çabucak unutan, geçmiş felaketlerden ders çıkarmak istemeyen, neredeyse 100 yıldır hiçbir büyük sorununu tam olarak çözememiş bir toplum. Bu mevcut iktidarın yarattığı bir durum değil, mevcut iktidar bunun bir sonucu. İktidarı toplumdan soyutlayarak anlayamayız. İktidar toplumun içinden çıkar.

Elbette bu değişimi sağlayacak olan devleti yöneten iktidarlar olacaktır. Ancak böyle bir değişim, sivil toplum ve vatandaşların sürekli bir talebi ile mümkün olabilir. Bunları yapmazsak, yapamazsak ya da eksik yaparsak ne olur? Bugünkü acıları tekrar yaşayacağımızı bilmek için bilim insanı olmaya gerek yok. 1999 Marmara Depremi’nin sloganı: “Bu acılar bir daha yaşanmasın” idi. Bunun için deprem ile ilgili 2100 davada 6286 kişiyi yargıladık. Davaların yüzde 85’i  ‘Rahşan Affı’ ile cezasız olarak sonuçlandı. Geri kalan 300 davanın 110’unda cezalar ertelendi, kalanı 2007’de zaman aşımından düştü. Gayri-resmi rakamlara göre 65000 kişinin hayatını kaybettiği depremden sonra sadece bir müteahhit Veli Göçer hapis yattı. O da şu anda inşaat yapmaya devam ediyor. “Yaptıklarının yanına kalması” bu topraklardaki önemli kültürel motiflerden biridir. Müştereklerin trajedisini aşabilmek bu tür kültürel motifleri değiştirebilmekten geçiyor. 

Diamond’a göre, tarih boyunca bencil kralların, şeflerin ve politikacıların eylemleri veya eylemsizlikleri, toplumsal çöküşlerin önemli bir nedeni olmuştur. Bu yanlış eylemlerin veya eylemsizliklerin sebeplerinin başında ‘tüm tutkuların en bariz olanı’ olarak adlandırılan iktidar hırsı gelir. Bu hırsı kontrol altına alabilecek tek güç örgütlü toplumsal muhalefettir. İnsanlar bugün, kendi hayatlarını kurtarmak için arkadaşlarını ve akrabalarını geride bırakarak ülkelerinden kaçmakla, otoriter yönetime boyun eğerek fiilen bir köle gibi yaşamak arasında bir kararla karşı karşıya hissediyor. Milletler ve toplumlar bazen benzer kararları toplu olarak almak zorunda da kalırlar. Sanırım bu büyük felaket bizi böyle kararlar almaya yaklaştırdı.

Yok olmamak için doğru kararları almak ve uygulamak şart. Muhtemel 7 üzeri bir İstanbul depremi ile birlikte milletçe belimizi bir daha doğrultmamız oldukça güçleşecektir. Başka bir devletin kontrolü altına girmek ya da tümden dağılıp, parçalanmak böyle bir durumda işten bile değil. Bugün bile imkanı olan eğitimli insanların çoğunluğu bu ülkeden göçerken, göçmeyi planlarken bu senaryo hiç de hafife alınmamalı. Tarihte kurulan birçok devletin çeşitli sebeplerle yıkıldığını herhalde en iyi kurduğu 16 devlet yıkılmış bir millet bilebilir. 

*Jared Diamond,Why Do Some Societies Make Disastrous Decisions?, https://www.edge.org/conversation/jared_diamond-why-do-some-societies-make-disastrous-decisions

** Jared Diamond makalesinde öne sürdüğü fikirleri tarihten verdiği sayısız örnekle açıklıyor. Ancak ben burda yazının çok uzamaması için bu örneklerden sadece birkaç tanesine değineceğim.

İlgili Yazılar

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.