Kapitalist toplumdaki tüm diğer kurumlar gibi televizyon da varolan üretim tarzının yarattığı koşullar doğrultusunda belirlenir. Televizyon yayını yapan kuruluşların da amacı karını maksimize etmek ve sermaye birikimini sürekli arttırmaktır. Üreticiler ve çalışanlar toplam değerden en azı payı alan kesimdir ve sürekli yöneticilerinin baskısı altındadırlar. Bu anlamda televizyon tıpkı diğer ekonomik kuruluşlar gibi toplumda varolan ekonomik ilişkiler bütünün yeniden üretir. Bir televizyonun en çok gereksinim duyduğu şey ürettiği malı satmaktır ki bu da reklamdır. Reklam almak televizyon ürünlerini motive eden en önemli etkendir. Reklam veren şirketler programların seyredilme oranlarına ve programları izleyenlerin ekonomik ve sosyal profiline göre davranarak üretici üzerinde bir baskı oluştururlar. Bu anlamda televizyonun ürünlerini satması, o ürünleri seyreden izleyicinin nicel ve nitel değeri ile mümkün olur. Dolayısıyla reklam veren firmalara satılan şey programlardan çok programların izleyicileridir. Buna ek olarak, Kellner televizyona verilen reklamların, bir ölçüde vergi-dışı olmalarından dolayı ortaya çıkan vergi açığının toplumdaki çalışan sınıf – ve aynı zamanda izleyiciler üstündeki vergi yükünü arttırdığını, dolayısıyla televizyon seyretmenin bedava olduğu yolundaki düşüncenin bir mitten ibaret olduğunu öne sürer.[1]
Televizyonun diğer kapitalist şirketlerden ayıran, iki, işlevinin bulunmasıdır. Televizyon sermaye birikimi ile kapitalizmi ekonomik olarak yeniden üretirken, kapitalist tarzda ilişkileri meşrulaştırarak kapitalizmi sosyal ve siyasi anlamda da yeniden üretir.
Televizyonun ‘birikim mantığı’, bir ‘dışlama mantığını’ da beraberinde getirir. Bu televizyonun kurumsal örgütlenme tarzının kapitalizmi eleştiren görüşleri dışlaması olarak tanımlanabilir. Herman ve Chomsky propaganda nosyonu çerçevesinde Amerikan televizyonu üzerinde yaptıkları çalışmada, televizyonun eleştirel düşünceleri dışlama sürecinde beş temel ‘süzgeç’in rol oynadığını tespit etmişlerdir. Bunlar; (1) medya şirketlerinin büyüklüğü, mülkiyet yoğunlaşması, televizyon sahibinin zenginliği ve kar yönelimi, (2) televizyonun ana gelir kaynağı olarak reklam, (3) televizyonun hükümet ve sermaye ile bu kaynaklardan sağlanan bilgilere aşırı bağımlılığı, (4) televizyon üzerinde etkii olan baskı gruplarının varlığı (5) ulusal bir din ve kontrol mekanizması olarak komünizm düşmanlığı.[2]
Mülkiyet ve reklam süzgeçleri televizyonu ekonomik iktidara bağımlı hale getirir. Kaynakların sınırlılığı ve baskı gruplarının yaptığı olumsuz eleştiriler televizyonu denetim altında tutar. Üretim sürecindeki rutinler, televizyonun hükümet ve şirket kaynaklarına aşırı bağımlı hale gelmesine neden olurlar, çünkü her iki grup da görüşlerini televizyon aracılığı ile aktarmak için avantajlıdırlar. Hükümetler çok sayıda enformasyon personeli aracılığıyla önemli miktarda haber üretebilir. Şirketler ise haber üretme maaliyetini etkin bir biçimde azaltan halkla ilişkiler faaliyetleri için büyük bütçelere sahiptirler. Dördüncü süzgeçde dile getirilen baskı grupları, bir zorla yaptırma mekanizması olarak işlev görürler. Medyaya yöneltilen şikayetler, tehditler, ricalar, mektuplar, makaleler gibi olumsuz eleştiriler biçiminde tanımlanırlar. Herman ve Chomsky’ye göre olumsuz eleştiriler daha çok muhafazakar ve liberal kesimden gelmektedir. Çünkü bunlar büyük parasal kaynakları ellerinde tutarlar, ve bu kaynakları vakıflar, düşünce üretim merkezleri, medya gözlemcileri gibi kuruluşlara aktarırlar. Bu kuruluşlar, televizyon şirketlerini taciz etmek, sindirmek, yola getirmek ve kabul edilebilir seçkinci görüşlerinden uzaklaşmalarını engellemek için oluşturulmuşlardır. Son süzgeç olan komünizm düşmanlığı siyasal bir kontrol mekanizması olarak düşünülmektedir. Komünizm düşmanlığı, seçkinler için askeri darbeleri meşrulaştırmak, faşist hükümetleri desteklemek, ulusal solu, işçi hareketlerini parçalamak ve hukuk dışı uygulamaları meşrulaştırmak için kullanılır.[3]
Televizyonun dışlama mantığı, katı, sabit ve değişmez kurallara göre işlemez. Örneğin, 1940’lı ve 50’li yıllarda Amerikan televizyonları siyahları ve ırk ayrımcılığını eleştiren görüşeri dışlarken, 1960’lı yıllarla birlikte bu fikirler televizyon içeriğinde yer bulmaya başlamışlardır. Vietnam Savaşı sırasında, bir noktadan sonra savaş-karşıtı söylem Amerikan televizyonlarında baskın hale gelmiştir. Dışlama mantığı, dönemin sosyal ve siyasi konjöktürüne göre kendini yeniler. Aynı zamanda bu mantık her zaman tek yönlü ve sınırlı bir çerçevede çalışmaz. Kapitalist sınıflar arasındaki çelişkiler, çıkar çatışmaları, siyasi otorite ile kapitalist sınıflar arasındaki uzlaşım problemleri ve sosyal olayların seyri bu mantığı etkiler. Bununla birlikte, üretim tarzının temel dinamiklerine ve birikim mantığına olan eleştiriler her zaman dışlanır. Dışlama mantığının toplumsal mücadele ve krizlere göre esneklik göstermesi, televizyonun bağımsız ve özerk olduğuna yönelik bir yanılsama yaratır. Dışlama mantığının esnekliği ölçüsünde televizyon kendini meşrulaştırmak için bir alan bulur.[4]
Televizyonu bu dışlama mantığı çerçevesinde işlerlik göstermesi ve siyasi otoriteye bağımlılığı, onun bir ‘kamusal alan’ olma potansiyeli üzerinde tartışma yaratır. Habermas kamusal alanı bir amaca yönelik baskıcı olmayan tartışmaların geliştiği, simetrik ilişkilerle cisimleşen öznelerin iddialarını savunarak ve argümanları eleştirerek bir oydaşmaya vardıkları yer olarak tanımlar. Habermas Onsekizinci yüzyıda ve Ondokuzuncu yüyılın başlarında medyanın bu tür bi alan olarak kavranabileceğini ileri sürer. Ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru sansür ve gündem belirleme ile birlikte, siyasi otoriteler kamusal alana müdahele ederler ve şirketler giderek artan bir şekilde medyayı ve siyasi otoriteyi ekilerine altına almaya başlarlar. Reklam kitlesel iletişimin üzerine kurulduğu bir alana dönüşürken, topluma depolitiza bir tüketim kültürü dayatılmaya başlanır.[5] İkinci Dünya Savaşı ile birlikte medya kamusal alan özelliğini yitirmiştir. Televizyon tam da bu noktada yaygınlaşır ve kamusal alanın yeniden kurulabileceği tartışmalarını başlatır. Bununla birlikte bir kapitalist şirket olarak televizyon, birikim mantığı üzerinden gelişmektedir ve yukarıda tartıştığımız üzere birikim mantığı bir dışlama mantığını getirir. Dolayısıyla günümüz televizyonu, vatandaşların siyasi fikirlerini tartışmalarına olanak tanıyacak bir mekan olmaktan çok, onları birbirinden izole eden, kamuoyunu oluşturma işlevini tekeline almış, kamuyu-propagandaya, aktörleri-imajlara dönüştüren bir şirkettir.
Referanslar
[1] Kellner, D., (1990), “Toward a Critical Theory of Television”, Television and the Crisis of Democracy içinde, (San Fransisco: Westview Press, sf: 8
[2] Herman, E., & Chomsky, N., (1988), Manufacturing Consent: The Political Economy of the Mass Media, (New York: Pantheon, sf: 12-13)
[3] Herman, E., & Chomsky, N., (1988), a.g.e., sf: 13-28
[4] Kellner, D., (1990), a.g.e., sf: 9
[5] Kellner, D., (1990), a.g.e., sf: 10-11