İzleyiciye vermek istediğim en temel düşünce şudur: Hiçbir zaman mümkün olan dünyaların en iyisinde yaşadığımız inancına kapılınmamalıdır, çünkü böyle değildir. Luis Buñuel
HARCI DIŞKI OLAN BİR MEDENİYETİN MAHKUMİYETİ
Buñuel ilk filmi Endülüs Köpeği’nin (Un Chien Andalou, 1929) başarısından cesaret alarak yeni bir film yapmak için kolları sıvar. Bu kez Gerçeküstücü teknikleri ve temaları kullanma konusunda daha bilinçlidir. Ancak filmi finanse etmekte zorlanmaktadır. Ona para vermeyi teklif edenler çeşitli koşular öne sürmektedir ve o dönemde bu durum Buñuel için kabul edilemezdir. Nihayet Charles Noailles adlı sanat meraklısı genç bir burjuva ona istediği filmi çekmesi için gereken parayı vermeyi kabul eder. Buñuel senaryoyu yazmak için Noailles’lerin villasına kapanır. Bu sefer Dali ona katılmamıştır. Dali’nin filme tek katkısı mektubunda bahsettiği, kafasının üzerinde taş taşıyan bir adamın yine kafasında taş taşıyan bir insan heykelinin yanından geçtiği sahnedir. Kısa bir süre sonra Altın Çağ (L’Âge d’or, 1930) ortaya çıkar. Film ilk olarak Noailles’lerin villasında gösterilir. Daha sonra Stüdyo 28 ‘de altı gün oynar. Ancak sinema salonu basılır, koltuklar kırılır ve perdeye bomba atılır. Filmi finanse edilen Charles Noailles sosyeteden dışlanır, hatta Papa tarafından afaroz edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Bütün bu olaylar üzerine film yasaklanır. Yasak tam elli yıl sürer. Film ancak 1980’li yıllarda tekrar gösterime girebilir.
Altın Çağ, Bir Endülüs Köpeği’ne göre daha ‘anlaşılır’ bir filmdir. Filmin izleği daha açık seçiktir ve referansları belirgindir. Film akreplerin yaşamı üzerine bir belgeselle başlar. Bir haydut kayalar üzerinde ayin yapan bir gurup rahip görür (Mayorkalılar) ve diğer arkadaşlarına gördüklerini anlatmak için bir kulübeye gider. Daha sonra tüm haydutlar rahiplerin yanına gitmek için yola çıkarlar, ancak liderleri hariç tümü yolda ölür. Lider haydut rahiplerin olduğu yere vardığında onların iskeletleriyle karşılaşır. Daha sonra denizden bir gurup insan karaya çıkar. Oldukça iyi giyimli bu insanlar, Mayorkalıların kemikleri üzerine bir şehir kurmaya (Yüce Roma) başlarlar. Ancak daha ilk taşı yerleştirirlerken bir çığlık kopar. Biraz ötede bir kadın ve bir erkek çamurların içinde sevişmektedirler. Onları ayırırlar ve kadını uzaklaştırırken adamı tutuklarlar. Adam cezaevine giderken bir yandan kadını hayal etmekte bir yandan da cinsel çağrışım yapan çeşitli resimlere ilgi göstermekte, etrafındakilere karşı sebebi anlaşılmaz bir şiddet göstermektedir. Bu noktada, araya günümüz Roma’sının görüntüleri girer ve adam ve muhafızları Roma’nın sokaklarında yürümeye başlarlar. Daha sonra önemli bir görevli olduğunu ispat eden bir belge göstererek kendisini tutuklayanların elinden kurtulur. Bu arada kadının ailesinin evinde bir yemek verilmektedir. Yemek sırasında türlü garip olaylar meydana gelir. Önce salonun ortasından içinde köylülerin içki içtiği bir at arabası geçer, daha sonra hizmetçilerden birinin odası yanar. Ancak konuklardan hiçbiri bu olağandışı olaylarla ilgilenmezler. Skandala karşı duyarsızdırlar. Ne zaman ki dışarıdan bir silah sesi gelir, büyük bir telaşla bahçeye çıkarak ne olduğunu anlamaya çalışırlar. Evin bekçisi sardığı sigarayı yere düşüren oğlunu tüfekle vurmuştur. Konuklar kendilerine yönelik bir tehdit olmadığını anlayarak rahatlamış bir halde salona geri dönerler. Çok geçmeden adam eve gelir. Kadınla arasında görünürde hiçbir şey yok gibidir ancak bir araya gelemezler. Bir süre sonra adam, kadının annesine üzerine içki döktüğü için tokat atar. Bir anda ortalık karışır. İşte şimdi burjuvanın tepki göstereceği bir olay meydana gelmiş, tehdit kendilerinden birine yönelmiştir.
Ortalık yatıştıktan sonra aşıklar nihayet bahçede buluşur ve sevişmeye başlarlar. Ancak yine birçok engelle karşılaşırlar. Önce bahçede bir orkestranın çaldığı müzik adamı duraksatır. Sonra adamı görevlendiren devlet bakanı telefonla onu arar. Görevini aksattığı için ülkesinin çok zor duruma düştüğünü anlatır. Adam bunu önemsemez ve sevgilisinin yanına döner. Bu arada bakan kendini tavana asar. Yeniden sevişmeye başlarlar ancak bu sırada bahçede konser veren orkestranın şefi yanlarına gelir ve kadın onunla ilgilenmeye başlar. Adam sinirle evdeki odalardan birine çıkar ve odanın penceresinden dışarı yanan bir çam ağacı, zürafa, saban ve bir din adamı atar. Aynı anda uzakta bir şatonun kapısında dört adam çıkar. Trampetler eşliğinde çevrilen sayfalarda bu dört adamın kötülükleri betimlenir. İlk çıkan adam İsa’ya benzemektedir. Daha sonra kapıda genç bir kız görünür ve ‘İsa’ kızı tekrar içeri sokarak kapıyı içerden kapatır. Kısa süre sonra bir çığlık duyulur ve ‘İsa kapıdan sakalları kesilmiş olarak çıkar. Filmin son karesinde rüzgar karla kaplı bir haça çivilenmiş kadın saçlarını dalgalandırırken, bir İspanyol pasadoble’si duyulur.
Buñuel filminin, koşullar ne olursa olsun, hiçbir şekilde birleşemeyen bir erkekle kadının karşı konulmaz bir dürtüyle birini diğerine iten çılgınca aşkın öyküsünü anlattığını söyler (1). Film belirgin bir şekilde Freudyen uygarlık teorisiyle ilişkilidir. Freud’a göre uygarlık tarihi insanın baskı altına alınmasının tarihidir. Kültür insanın sadece toplumsal değil, aynı zamanda biyolojik (cinsel) yaşamını da kısıtlar ve içgüdüsel dürtülerini bastırır. İnsanların bir arada yaşayabilmesi için iç güdünün bastırılması ve hazzın sınırlandırılması bir zorunluluk gibi görünür (2). Toplu halde yaşamın bir ön koşulu olarak beliren hazdan, hazzın kısıtlanmasına geçiş, ya da anlık (ya da doğrudan) doygunluktan, ertelenmiş (ya da dolaylı) doygunluğa, sevinçten sıkıntıya, baskı yokluğundan güvene geçiş insan mutluluğunun önündeki en önemli engeldir. Çünkü; “Gelişmiş bilinç alanında ve bu bilincin yarattığı dünyada varolan tüm özgürlükler; türetilmiş, tavizci ve ihtiyaçların mutlak karşılanması pahasına elde edilmiş özgürlüklerdir. İhtiyaçların mutlak karşılanması mutluluk olduğuna göre, uygarlıktaki özgürlük özü itibariyle mutluluğa karşıdır.” (3)
Uygarlık ile haz (ya da mutluluk) arasındaki bu karşıtlık Altın Çağ’da bir türlü bir araya gelemeyen (ya da sevişemeyen) çiftin arasındaki engellerin asıl kaynağına işaret eder. Bu sadece toplumsal değerler değil, toplumun varolabilmesi için bilinç altının ya da dizginlenemeyen iç güdülerin baskı altına alınması gerekliliğidir. Ancak bu baskı şiddet olarak dışa vurur. Filmin başındaki akreplerin işlevsel şiddeti, doğal olanın bastırılması ile cinsel doyumun yerine geçen anlamsız şiddete bırakır. Böylece Buñuel şiddet ile birlikte tüm uygarlık mitini mahkum etmiş olur. Daha fazla ayrıntıya girmeden filmin Şato sahnesine kadar ki tüm bölümlerinin uygarlık, ki filmdeki bu bütün bir Batı uygarlığıdır, ile bireylerin iç güdülerinden kaynaklanan sınırsız cinsel haz istemlerinin bir çatışmasını gösterdiği söylenebilir. Ancak filmin söyledikleri bunlarla kalmaz. Hedef alınan aynı zamanda Burjuva sınıfıdır. Buñuel filminde burjuva sınıfını ve onun destekçisi haline gelmiş olan kurumsallaşmış dinin norm ve değerlerini hedef aldığını açıkça belirtir. Daha ilk sahnelerde burjuva, toplumu geçmiş toplumun kalıntıları (papazların kemikleri) üzerine kurar ve ondan destek alır. Kurdukları medeniyetin harcı insan dışkısıdır. Tahammül edemedikleri şey iki insan arasındaki fütursuz cinsel ilişkidir. Davet sahnesinde burjuvazinin çevresinde olup bitenlere karşı kayıtsızlığı (bir çocuğun öldürülmesi bile onlar için ilgiye değer değildir) gösterilir.
Şato sahnesi ise tümüyle Marquies de Sade’nin Sadom’un 120 günü adlı romanına bir göndermedir. Kitabın dört kahramanı Selling Şatosundaki orgi’den çıkarlar. 120 gün boyunca dört fahişenin anlattığı hikayelerle arzuları kabaran sapkınlar, içeride tutsak ettikleri sekiz genç kızı kullanarak en edepsiz zevklerini tatmin etmişlerdir. Onların gözünde bir kadının ‘sinek’ kadar bile değeri yoktur. Buñuel’in özgünlüğü karakterlerden birini İsa’ya benzetmesidir. Bu filmde İsa’yı oynayan Lionel Salem o yıllarda Fransa’da İsa’yı sıklıkla canlandıran bir aktördür. İsa her türlü sapkınlığın, suçun ve ahlaksızlığın öncüsü olarak gösterilir. Suç ve ceza birbirlerini tamamlayan kavramlar olarak görülür. Kurbanın varlığı katilin varlığında ayrı düşünülemez. Diyalektik bir şekilde tüm insanlığın suçunu bağışlatmak için çarmıha gerilen İsa, aynı zamanda kurban edildiği çarmıha yüzdüğü kafa derilerini asan bir katildir. Filmde temel bir izlek olsa da, kendi başına değerlendirilebilecek birçok sahne vardır. Esasen Buñuel otuz kadar gag tasarlamış ve bunları filmin içine serpiştirmiştir. (Bu gagler büyük olasılıkla otomatik yazım tekniği ile ortaya çıkmış, ve kolaj tekniği ile birleştirilmişlerdir).
Öncelikle film bir belgeselden alıntılanan görüntülerle başlar. Akreplerin hayatını anlatan görüntüleri Buñuel çekmemiş, eski bir belgeselden almıştır (4). Akreplerin yaşantılarının bu şekilde verilmesi, daha sonra gösterilecek olan burjuvaların yaşantılarına bir göndermedir. Dahası Buñuel seyircinin bu bağlantıyı kurmasını kolaylaştırmak için görüntülerin arasına bir takım yazılar eklemiş ve akreplerin öldürücülüğü, kendileri dışındaki hatta kendi türlerine karşı olan acımasızlığının altını çizmiştir. Bu anlamda filmin daha ilk sahnesinden filmde daha sonra anlatılacaklar seyirciye sezdirilir. Akreplerin, astrolojide seks, ölüm ve dışkıyı temsil ettikleri düşünülürse böyle bir erken anlatı için neden akreplerin seçildiği daha anlaşılır olur (5). Vatikan manzaraları da belgeselvari bir şekilde gösterilir ve Roma sokaklarının görüntüleri arasına bilgi verici yazılar serpiştirilir. Bunlar dışında temel izlek dışında değerlendirilebilecek ya da onu güçlendirecek birçok sahne vardır. Başında taş taşıyan adamın heykelin yanından geçtiği sahne, Kadının mastürbasyon yaptığı sahne ile uşağın sürahiyi parlattığı sahnenin birbiri ardına gösterilmesi, kadının odasına gittiğinde yatağında bir ineğin yattığını gördüğü ve onu odasından çıkardığı sahne ve daha birçoğu… Ancak bu sahneler Bir Endülüs Köpeği’ndekilerle karşılaştırıldığında daha anlaşılırdırlar. Örneğin kadının mastürbasyon yaptığı el ile uşağın sürahiyi parlattığı elin arka arkaya gösterilmesi, farklı sınıftan insanların aynı organı nasıl farklı amaçlar için kullanıyor olduğunu anlatır. Kadın elini cinsel haz almak için kullanıyorken, uşak çalışmak için kullanmaktadır. Kadının odasında karşılaştığı ineği sinirli bir şekilde kapı dışarı etmesi, inek imgesinde beliren doğurganlık, analık gibi toplumsal görevlere karşı tepkisini belirtebilir.
Altın Çağ’ı sinema tarihi açısından değerli kılan bir başka özelliği onun sinema diline getirdiği yeniliklerdir. Film sesli çekilen ilk filmlerden biridir, ancak Buñuel bununla yetinmez ve sinema tarihinde ilk defa kafa sesi, ya da sesli düşünme denilen tekniği uygular. Ayrıca görüntüyle örtüşmeyen sesler kullanarak filmdeki mekanları da genişletir. Örneğin kadının yatak odasında yalnız başına aynaya baktığı sahnede, daha önceki sahnede bulunan ineğin çıngırak sesi, aynadan esen rüzgarın sesi ve o sırada dışarıda kadından hayli uzakta olan adama havlayan köpeklerin sesi bir arada duyulur. Bu sahnedeki ses kullanımıyla kadın ve erkeğin aynı mekanda bulunmayı istediklerinin altı çizilir. Buñuel bunu mekan duygusunu zedelemek için yaptığını söylemektedir. Kafa sesi kullanma daha sonra sayısız filmde de kullanılacaktır ancak görüntüyle eşleşmeyen ses kullanımı çok tutulmaz.
Kanımca, Altın Çağ Buñuel’in sinematografisinin en önemli filmlerinden biridir. Bundan sonraki elli yıl boyunca çekeceği tüm filmler Altın Çağ’ın etkisi altında gibidir. Düşlerin kullanımı, filmin içine zekice yerleştirilen Gerçeküstücü sahneler bu filmden sonra Buñuel sinemasının temel özellikleri olacaktır. Buñuel bu filminde daha sonra sık sık yapacağı gibi, bir bilim adamı edasıyla din, vatan, aile ve burjuva ideallerini, cinselliğin yavan sözlerin, süslü fantazilerin ötesinde yatan, dört duvar arasına sıkıştırılmış kanlı gerçekliğini irdelemiş, insanlığın, medeniyetin ya da uygarlığın iki yüzlülüğünü, sinemaya rahatlamak, uyuşmak ve aptallaşmak için gelen seyircinin yüzüne çarpmıştır. Bir filmin elli yıl yasaklanması için tüm bunlar yetmez mi?*
Altın Çağ (L’Âge d’or)
(Fransa, 1930)
Yapımcı: Vicomte de Noailles
Senaristler: Luis Buñuel and Salvador Dalí
Sanat Yönetmeni: Albert Duverger
Editor: Luis Buñuel
Müzikler: Georges van Parys ve Beethoven, Wagner, Mendelssohn, Debussy’dan parçalar.
Oyuncular: Gaston Modot (Adam), Lya Lys (Markinin Kızı), Caridad de Lamberdesque
(Kadın), Max Ernst (Haydutların Lideri), Pierre Prévert (Haydut), Lionel Salem (İsa), Paul Éluard, Jose Artigas, Jacques Brunius
Notlar:
1. Buñuel, L., (1986), Son Nefesim, Afa Yayınları, İstanbul, sf:146
2. Marcuse, H., (1978), Psikanalizin Gizli Yönü, Eros ve Uygarlık, May Yayınları, İstanbul, sf: 27
3. A.g.e., sf:34
4. Colina J. &,Turrent, T.P., (1992), Objects of Desire: Conversations with Luis Buñuel, Prohib Marsilio Publications, New York, sf: 128
5. Williams, L., (1981), Figures of Desire: A Theory and Analysis of Surrealist Film, University of Illinois Press, Urbana, sf:129
* Altın Çağ yasaklandıktan sonra yeni bir isimle kamufle edilerek tekrar gösterilmeye çalışılır. Ancak Çıkar Hesaplarının Buzlu Sularında ismiyle bu yeni gösterim sansürü atlatmayı başaramaz. Bu yeni isim Komünist Mamanifesto’dan alınmış, Marx bu betimlemeyi burjuva sınıfının kendi çıkarları uğruna aristokrasinin köklü ideallerini yıkmaktan çekinmediğini anlatmak için kullanmıştır. Bkz.: Colina, J. & Turrent, T.P, a.g.e, sf:24
Eylül 2003, www.cinnet.org
1 yorum
Yazı için teşekkürler. Sorularıma yanıt oldu 😀