Dokuz yaşındaydım. İki erkek çocuklu memur ailelerinin çoğunda olduğu gibi, “küçük olan biraz daha büyüsün ikisini birden kestiririz” mantığının kurbanıydım. Yaşıtlarımın birçoğu sünnet olmuştu ve beni korkutmak için pek nahoş şeyler anlatıyorlardı. Bir taraftan utanç duygusuyla bu ‘fazlalıktan’tan en kısa zamanda kurtulmak istiyor, diğer taraftan içimde büyüyen kesilme endişesini bastıramıyordum. Uzatmayayım, kestiler. Cümbüşlü, kalabalık bir düğündü, ama yaşadığım sıkıntı ve strese, kardeşimin çıkardığı yaygara da eklenince ne at üstünde gezinmenin, ne de çikolata-gazoz sebilinin keyfini çıkarabildim. Ertesi gün süslü yatağımda sıkıntı ve acı içinde yatarken, kapıda benden dört beş yaş büyük amca oğlu belirdi. Elindeki bir sürü kitabı yatağımın üzerine yığdı. Çizgi romanla bir sünnet yatağında tanıştım.
Kitap okumayı zaten seviyordum ama Serhat Yayınları’nın klasiklerinden, Ömer Seyfettin’den, Kemalettin Tuğcu’dan farklı şeyler aramaya başlamıştım. Yatağıma saçılan Tommiks, Mandrake, Zagor, Atlantis, Kızılmaske’lere aç kurtlar gibi saldırdım. Ne acı kalmıştı ne sıkıntı. Elden ele dolaşmaktan yorgun düşmüş, bristol kapak, saman kağıt sayfalar hayal gücüm için bir hazineye dönüşmüştü. Dışarıdan ıssız görünen yatağımın çevresi bir anda kalabalıklaşmıştı. Mandrake ve Afrikalı kankası Abdullah (asıl adının Lothar olduğunu yıllar sonra öğrendim) oradaydı mesela. Tekinsiz Darkwood Ormanda zombiler, vampirler, dev karıncalarla uğraşan Zagor (ahyaaak!) ve yardımcısı Çiko, Bengal Ormanlarındaki Kafatası mağarasında pigmeleri ve Şeytan adını verdiği köpeğiyle yaşayan Kızılmaske (Asıl adı Fantom’dur ayrıca Şeytan köpek değil kurttur!), Martin Mystere (eskiden Atlantis’ti adı) ve gelmiş geçmiş en çirkin ama sempatik karakterlerinden Java ile beni her daim şaşırtan gizemlerin peşinden koşuyorlardı.
Velhasıl macera heyecan dolu dünyaların birinden çıkıp ötekine dalıyordum. Bir iki günde temizledim yatağı. Yenilerini istedim Amca oğlunun yaptığı takaslar sayesinde bütün o sünnet istirati boyunca onlarca çizgi roman okudum. Sonrasında ise çizgi roman kaçınılmaz bir alışkanlık oldu benim için. Takaslara kendim gitmeye başladım.
O zamanlarda (artık yok sanıyorum) Anadolu’nun birçok kentinde çizgi romancılar belirli bir yerde toplanıp takas yapıyorlardı. (Hiç unutmuyorum Cumartesi sabahı Çarşı Camii’nin önü). Herkes sevdikleri kahramanların okumadıkları sayılarını ararken, yeni alınmış bir çizgi roman tam bir mücevher itibarı görüyor, karşılığında bir-iki çizgi roman yetmiyor, bazen üzerine para da vermek gerekiyordu. Yine de minimum bütçeyle maksimum çizgi roman okudum o takaslar sayesinde. Yaşıtlarımın bir çoğu gibi ders kitaplarının arasında gizli gizli değil, açıktan açığa göstere göstere. En çok da Conan’ı sevdim o dönem. Ta ki…
ÖSS ve benzeri sınavlar tartışılırken, insanların tüm hayatlarını 3 saatlik bir sınava bağlanmasının yanlışlığı üzerinde durulur her zaman. Halbuki bir başka zararı daha var bu sınavların. Tam gelişme çağında insanı bütün kültürel ve sosyal zenginliklerden koparıp, a,b,c şıklarının içine hapsediyor. Kültürel zevkleri, alışkanlıkları, hobileri gelişen genç dimağlar birdenbire kendini herşeyden soyutlayıp bir gelecek masalının peşine koşuluyor. İşte ben de bu dönemde ihmal ettim çizgi romanlarımı. O dönemki çizgi roman yayınlarının azalmasının da etkisiyle neredeyse unuttum sünnet yatağımdaki mutluluğumu.
Üç dört yıl sonra bir kitapçı rafında yeniden karşılaştık çizgi romanla ve artık aramıza kara kedi girmesine müsaade etmeden sürdürdük ilişkimizi. Büyümüştüm ve beklentim daha fazlaydı çizgi roman öykülerinden. Onlar da beklentimi boşa çıkarmadı. Sandman, Nathan Never, Ken Parker, Batman, Superman, Hellboy, Spawn, Tank Girl ve daha onlarcası… Çocukluğumdan gelen kahramanlarıma da sırt çeviremiyordum… Doyumsuz bir çizgi roman okuruydum ve her iyi çizgi romancı gibi elime ne geçerse geçsin mutlaka bir şans veriyordum. Hala da öyle…
Yetişkin bir çizgi roman okurunun en sık karşılaştığı durum, çizgi romanı çocukluklarında bırakanların ya da hiç okumamışların küçümseyici tavrıdır. “Hala bunları mı okuyosun?” derler mesela. Ya da “Resimsiz kitap okuyamıyor musun?” Tabi bunu söyleyenlerin çoğunun resimli-resimsiz kitap okumadığını tahmin etmek zor değil. Çalışmak dışındaki zamanının hepsini TV karşısında hıyarlaşarak geçiren bir neslin yaklaşımı bu. En büyük hayali 5 yıldızlı otelde tatil, güzel bir otomobil, kapağında soğuk su çeşmesi olan buzdolabı olanların yaklaşımı. Hayal güçleri reklamlardan beslenen bir kuşağın çizgi romanı küçümsemesini garipsememek gerek. Yine de anlayabileceğini düşündüklerime, Çizgi Roman’ın da tıpkı sinema, edebiyat gibi diğer kültürel alanlar gibi, farklı yaş, ilgi ve zevke göre türlere ayrıldığını, yedi yaşında bir çocuğu da, yetmiş yaşında bir kadını da mutlu edebilecek çizgi romanların yapıldığını anlattım dilim döndüğünce. Her şeyin ötesinde çizgi romanın metin ve resmin buluştuğu bir sanat olduğuna inandırmaya çalıştım. Çizgi romanın, sinemadan, bilgisayar oyunlarından, televizyon dizilerinden bambaşka tatlar barındırdığını anlattım.
Çizgi Romanın gizemi, Tentenin yaratıcısı, Herge’ye mektup yazan bir çocuğun mektubunda gizli belki de. Tenten’in sinema filmi yapıldığında Tenten hayranı bu çocuk mektubunda şöyle diyor: “Sayın Herge, Tenten filmini seyrettim. Çok güzel olmuş. Yalnız bir şey anlamadım. Neden Tenten’in sesini değiştirdiniz?” Çocuğun şikayeti garip değil. Çünkü çizgi roman, okuyucusunu içine alan bir anlatım. Kahramanlarını okurun seslendirdiği, fonuna istediğiniz bir müziği yerleştirebildiğiniz, kareler arasında durduğunuz, hayal kurduğunuz, zaman zaman öyküyü kendinizce tamamladığınız, sayfalar arasında ileri-geri gidebildiğiniz, son sayfadan sonra da bitmeyen bir anlatım.
Bu kadar çizgi roman anlatıp da Türk çizgi romanından bahsetmemek olmaz tabi. Karaoğlan’ı, Tarkan’ı, Abdülcanbaz’ı, Vakur Barut’u, Hilal’i,Yüzbaşı Volkan’ı unutmak olmaz. Bir zamanlar yüzbinlerin sevdiği, Bugün Türk çizgi romanı ‘kültürel ısınmanın’ yarattığı kuraklık için de yaşamaya çalışıyor. Resimli Roman, Tam Macera gibi birkaç dergi, Çapa Çizgiroman, Klan, Zahiri gibi fanzin dergiler, ve mizah dergilerinin sayfaları arasında var oluyor, devam ediyor Türk Çizgi Romanı. Artık takaslar yapılmıyor belki ama internet üzerinden çizgi roman severler bir araya geliyor. Resimliroman.net, seruven.org, hayalsaati.com gibi sitelerde çizgi roman konuşuluyor, arkadaşlıklar kuruluyor, alışveriş yapılıyor, çizgi roman gündemi takip ediliyor. Hemen her büyük kentte çizgi romancıların buluştuğu sahaflar, kafeler açılıyor.
Çizgi Romanın bir kültürel ürün olduğunu anlatmaya çalışıyorum dilim döndüğü kadar. Çevremde çizgi roman okuyanlar çoğalsın istiyorum, çizgi roman konuşulsun, yazılsın istiyorum. Bir zamanlar çocuklarını çizgi romandan koruyan aileler yerini çizgi romanı bir okuma vesilesi olarak gören, öğretici bulan, yasaklamak bir yana teşvik eden ailelerin aldığını görüyorum zaman zaman. Bu ailelerin çoğalmasını istiyorum. Çünkü çizgi roman kültürdür. Televizyon gibi, sığlaştıran, tek tipleştiren, yoksunlaştıran, pasifleştiren, asosyalleştiren bir araç değil, tam aksine çoğaltan, derinleştiren, hayal gücünü ateşleyen yönleriyle verimli bir kültürdür. Çizgi romandan öğrenirsiniz. Tarih, gizem, fizik, uzay ve bütün bunları keyifli vakit geçirme adına yaparsınız. Bilgisayar oyunlarının, sinemanın, dijital eğlence kaynaklarının çizgi romanın pabucunu dama attığını iddia edenlere ise söyleyecek tek bir şey var. Bütün bunlar ABD’de’, Fransa’da, İtalya’da, (Bütün Avrupa ülkelerini sayamayacağım), Kore’de, Japonya’da olmadığı için mi oradaki insanlar çizgi roman okuyorlar. Kültürel sığlığımıza bahane üretmeyelim. Çizgi roman kültürdür, ona bir şans verelim.
Haziran 2007, Tam Macera Dergisi