Diktatörlük rejimleri, baskı, biat ve gaddarlık doğurur. Ama en kötüsü, aptallığı yaygınlaştırmasıdır. Jorge Luis Borges
John Halder (Viggo Mortensen) parlak bir edebiyat profesörü. Hitler’in iktidarının Alman toplumu üzerindeki baskısını arttırdığı 30’lu yılların sonlarında, bunamış (demans) annesi, nevrotik karısı ve sorunlu iki çocuğu ile birlikte yaşıyor. Annesinin bakımını tek başına üstleniyor, evini ve çocuklarını ihmal eden eşinin eksiklerini kapatmaya çalışıyor, öğrencileriyle yakından ilgileniyor ve kayınpederinin bütün baskılarına rağmen, kariyerini tehlikeye atmak pahasına iktidardaki Nazi Partisi’ne üye olmuyor. En yakın dostu 1. Dünya Savaşında Alman Ordusunda birlikte savaştığı Maurice adlı bir Yahudi. Evin bunaltıcı hayatından uzaklaştığı zamanlarda Maurice ile yemek yiyor, parklarda dolaşıyor ve Hitler’in ‘saçmalıklarıyla’ dalga geçiyorlar.
Halder, uzun yıllardır hasta annesine bakmanın verdiği sıkıntının da etkisiyle bir roman yazıyor. Roman annesinin hastalığından duyduğu üzüntünün bir dışa vurumu olsa da kişisel bir yaklaşımla ötenaziyi onurlu bir ölüm olarak gösteriyor. Edebiyatseverler tarafından pek ilgi görmeyen roman, Nazilerin dikkatini çekiyor. Toplumdaki engelli bireyleri ortadan kaldırmayı amaçlayan yasal ötenazi propagandası için Halder’in romanını kullanmaya karar veriyorlar. Nazilerin onu fark etmesinden sonra ‘iyi’ edebiyat profesörü için her şey değişiyor.
Kendini Nazilerin şiddet sarmalı içinde bulan Halden, fark edilmenin verdiği kaygıyla ilk iş olarak partiye üye oluyor. Romanını kullanarak yapılan yasal ötenazi propagandasının önemli bir figürü haline geliyor. Nazi hiyerarşisindeki rütbesi yükseltiliyor. Birdenbire makam, mevki ve para sahibi oluyor. Aniden sahip olduğu güç ve paranın etkisiyle karısından boşanıyor, genç güzel öğrencilerinden biriyle evleniyor, annesini terk ediyor, Maurice ile arasına mesafe koyuyor. Onun yardım taleplerine karşı kayıtsız kalıyor.
Derken, 9 Kasım 1938’deki tarihe Kırık Camlar Gecesi olarak geçen hadise meydana geliyor. Olaydan iki gün önce Paris’teki Alman Büyükelçisi’nin Polonyalı bir Yahudi tarafından öldürülmesi üzerine, Nazi’ler Yahudiler için Sur Borusunu çalıyorlar. Kasım gecesi Nazi Subayları tarafından organize edilen bir linç ile paramiliter gruplar tüm Yahudi yerleşimlerini yerle bir ediyor. O gece 101 sinagoga saldırılıyor, 76’sı yıkılıyor. 7500’e yakın Yahudi yerleşim yeri yakılıyor ve talan ediliyor. Üstelik tüm maddi zarar Yahudilere ödetiliyor. Binlercesi tutuklanarak toplama kamplarına gönderiliyor. O gece Halder geç kalmış bir çabayla en iyi arkadaşını bu sürek avından kurtarmaya çalışıyor ancak çabaları nafile. Maurice’in de toplama kampına gönderilmesi ile birlikte Halden büyük bir vicdani cehennemin içine düşüyor.
Kuşağının en iyi ABD’li aktörlerinden biri olan Viggo Mortensen, kendine güvensiz hatta ürkek, ılımlı, domestik edebiyat profesörü Halder karakterini inandırıcı bir doğallıkta oynuyor. Ders verdiği okulun bahçesine kadar gelen (Bahçede kitapları yakarlar) faşizmi bile görmezden gelmeye çabalayan, Hitler’in Yahudi karşıtı söylemlerinden rahatsız olan arkadaşını –diğer ülkelerin buna izin vermeyeceğini savunarak rahatlatmaya çalışan, Nazilerin ilgisi karşısında büyük bir korkuyla ruhunu hiç düşünmeden şeytana satan Halder, omurgasız, sinik bir liberal aydın temsili. Vicdanının sesinin Mahler şarkıları söyleyen müzisyenlerin halüsinasyonlarında duyan Halder, korku ve yalnızlıkla çevrelenmiş iyi bir bireyin bile nasıl faşizmin bir piyonuna dönüşebildiğini gösteriyor. Teodor Adorno’nun kitlelerin nasıl kolayca faşizmin hizmetine girmesini açıklayan “otoriteryan kişilik” tezi ya da William Reich’in bastırılmış cinselliğin tezahürü ile açıkladığı faşist tipoloji, Halder için pek geçerli değil. Onun davranışlarını daha çok bana dokunmayan yılan bin yaşasıncı, örgütsüz, yalnız, aptal, zayıf bir bireyin korkularıyla anlayabiliyoruz. Faşizmin sadece faşistlerden değil ‘iyi’ insanlardan da nasıl faydalandığını, ‘iyi’ olmanın faşizmin günahlarından azade olmaya yetmediğini görüyoruz.
İyi aslında C. P. Taylor tarafından yazılan bir tiyatro oyunu. Avusturya-Brezilya yönetmen Vicente Amorim tarafından filme çekilmiş. Oyuncuların birçoğu tiyatro oyununun özgün kadrosundan (Shakespeare Company) seçilmiş. Halder’in sürrealist halüsinasyonlarındaki diagetik Mahler şarkıları ve filmin özgün müziği, filmi tiyatro oyununun durağanlığından kurtarıyor. Filmin finalini ise Yahudi Maurice karakterinin Halder’e söylediği sözler çok iyi anlatıyor:
“Ben Yahudiyim sense Nazi. Hikayenin sonu.”
1 yorum
“Orkestra gerçekti” diye neredeyse inleyerek görmek istemediği (ötelediği) gerçeklerin sanki(!) o anda farkına varmış hallerine giren Halder’in durumu gerçekten içler acısı. Oynanması ve yorumlaması da gerçekten zor bir iş açıkçası. Filminin yapıldığını bilmiyordum. Filmi ve Viggo’yu deneyimlemek ilginç olacak, kaçırmışım teşekkürler.