Hegemonya kavramı ilk olarak milletlerarası ilişkilerde siyasal yönetim ve egemenlik anlamında kullanılmaya başlandı. Neo-Marksist yaklaşımlar, kavramı toplumsal sınıflar arasındaki ilişkileri kapsayacak şekilde yeniden tanımladılar. Ve nihayet, Gramsci yönetim ve hegemoya kavramları arasında bir ayrım yaparak, toplumların bunalım dönemleri dışındaki olağan durumlarda toplumsal, siyasal ve kültürel güçler arasındaki iç içe geçmiş karmaşık ilişkileri hegemonya kavramı ile açıklamaya çalıştı. Buna göre toplumsal işleyişin ve düzenin üzerine kurulu olduğu bir mücadele alanıdır hegemonya. Bütün toplumsal süreci, güç etki ve direniş dağılımlarını kapsadığı için kültürü; belli bir toplumsal sınıfın inanç ve düşünce dizgelerine bağımlı olmadığı için, ideolojiyi aşar. Polis, ordu hapishane gibi devletin doğrudan baskı araçları, ya da okul, medya, din, akademi gibi dolaylı baskı araçları tarafından değil, onları da kapsayacak biçimde baskın ya da değil tüm kültürel pratikler içinden gelişir. Birbirini destekleyen, köstekleyen, muhalif veya müttefik bütün düşünceler hegemonya alanı içinden konuşur.
Hayatın olması gerektiği gibi olduğunu düşünen insanlar, bir şeylerin yanlış olduğunu düşünen insanlar ya da hiçbir şey düşünmeyen insanlar hegemonya alanı içinde yaşarlar. Bu anlamda çağımız, kapitalist çağ, kapitalizmin hegemonyası altında değil, kapitalizmin egemen olduğu bir hegemonya alanı olarak tanımlanabilir. Hegemonyanın sürdürülebilmesi, kapitalizmin egemenliğini sürdürebilmesine değil, kapitalizme muhalif tüm düşünce ve hareketlerin sisteme sağlıklı bir şekilde eklemlenebilmesine bağımlıdır. Radikal düşünceler, alt kültürler, muhalif örgütlenmeler sisteme eklemlenebildiği ölçüde varolabilirler. Bunu başaramayanlar tarihin sahasından atılmak durumundadırlar. (Bazen çift sarı kart, bazen doğrudan kırmızı.) Hegemonya alanında tüm düşünceler, söylemler ve hareketler kendilerini birbirlerine göre tanımlar ve karşıtları olmadan yaşayamazlar. Sistemin dengede, istikrarlı olduğu an, baskın olanın diğerlerini tam olarak tasviye ettiği, sindirdiği, yok ettiği an değil, muhaliflerin egemen olana tam olarak eklemlendiği, varlıklarını onun üzerinden tanımlamaya başladıkları andır. Bu anlamda tüm sosyal kurum, ilişki ve pratikler belirli bir ideolojinin beyin yıkama, kontrol etme biçimlerinden fazlasıdır artık. Hegemonya yaşamın tümünü kapsayan isteklerin, beklentilerin geçmişin ve geleceğin bütünüdür. Bizim enerji duyularımız, kendimizi ve dünyamızı biçimlendiren algılarımız tümüyle hegomonya üzerinden şekillenir.
Kaba bir şekilde hegemonik alanı ya da hegemonyayı belli başlı dört öge üzerinden tanıyabiliriz. Bunlar; egemen bir güç, egemenliğe tabii olanlar, egemenliğin araçları ve hegemonik bir mücadele alanı olarak okunabilecek bir mekanın tanımlı olmasıdır. Bu mekan belirli bir dönem ya da çağ olabileceği gibi coğrafî bir konum da olabilir. Diğer ögeler ise bu çağ ya da alanın tarih sahası içindeki (ki bu saha hegemoyanın kendi sahasıdır. Bu sahada pozisyonlar tekrar tekrar farklı açılardan incelenir, yorumlar üretilir.) koşuşturması sırasında kimi zaman değişirler, gelişirler, yok olurlar, yeniden doğarlar. Yeni roller, yeni görevler, goller, fauller, ofsaytlar… Kimi zaman da seyirciler sahaya girerler. Saha karışır, ortalık toz duman olur, kavgalar ölümüne gelişir derken seyirci yerine geçer ve ortalık süt liman olur. Ancak saha her zaman yerinde durmaktadır, sahanın dışına çıkmak olasılık dışıdır. Dışarı çıkanlar artık görünmez olur. Elbette toplumun diğer tüm pratikleri ile birlikte sanat ya da eğlenti hegemonya süreci içinden belirir. Bu çerçeve(leme) içinde çağımızın sanatı ya da eğlentisi sinema da, içinde hegemonyanın özünü barındırır ya da düpedüz hegemoniktir. Kitlesel (popüler) eğlenti ürünlerinin en etkin ve yaygınlarından biri olan sinemanın tüm kurumsal yapısı, işleyiş tarzı ve ideolojik konumlanışları; filmlerin belli bir ideolojinin, toplumsal düzeni ve buna paralel olarak kendi değerlerini meşrulaştırmak için kullanılan bir araç olmaları bir yana, bu boyalı gösteri, bu karanlık ve sessiz ayin bir anlatıdır aslında. Ve bu anlatı sadece egemen olanın değil muhalif olanın da sözcüsüdür. Kimi filmler doğrudan bir sistem eleştirisine girerken, kimileri sistemi savunur, kimileri ise egemen ve muhalif arasındaki çatışmayı gözler önüne serer. Ancak bazı filmler vardır ki bütün bunların dışında, içinde yeşerdiği hegemonyaya bir ayna tutabilir. Tutabilir tutmasına da o aynada görülen nedir? Bu yazı bununla ilgilidir.
İşte bu bazı filmler, yukarıda çizilen kuru tabloyu artık çoğunlukla görselliğe indirgenmiş olan sanatın, estetik silahlarıyla resmederler. Örneğin; doksanlı yılların sonlarında bilimkurgu sinemasında sessiz bir heyecan yaratan Gizemli Şehir (Dark City), hegemonya, hegemonik alan, egemenler, tâbiler, egemenlik araçları ve mekan kavramsallaştırması üzerinden okunabilir bir metin sunabilmektedir. Bu anlamda film, daha önce kendini Karga (The Crow) adlı filmle kanıtlayan, güçlü bir atmosfer ve görsel yapı kurma konusunda yetkin bir yönetmen olan Alex Proyas’ın karanlık bir fantazisi olmaktan öteye gider. Kadrajına bütün bir modernitenin akış şeması girer.
Öncelikle filmi bir hatırlarsak: Gizemli, Şehir, uzayın derinliklerinde gezinen büyük bir uzay gemisi içinde türünün son örnekleri olan bir grup ‘yabancının’, dünyadan (doğadan) kaçırdıkları insanlar üzerinde yaptıkları ürkütücü bir deneyi konu edinir. Yabancılar, uzay gemileri içinde yarattıkları bir sanal şehirde yaşattıkları insanların bilinçlerini onlara zerk ettikleri ilaçlarla belirler, değiştirir, yeniden üretir. Onlara her gece yeni kimlikler ve yeni yaşam tarzları vermek yoluyla, kendi türlerinin devamını sağlayabilmek için gerekli bir takım deneyler yaparlar. Zengin birini fakire, sakin birini katile dönüştürerek beyinlerinin bu tür keskin değişimlere nasıl tepki verdiğini, bilinç ile zeka arasındaki ilişkiyi gözlerler. Bu arada her gece yarısı zamanı durdurarak, telepatik güçleri ile fizikî mekanları değiştirerek, çeşitli ayarlamalar (tuning) yaparlar. Bu şekilde her sabah farklı bir kimlikle farklı bir şehirde uyanan insanların gerçekliği üzerinde tam bir hakimiyet kurarlar. Bu deney sırasında onlara Dr. Schreber adında bir insan da yardım eder. Şehrin içinde normal hayatlarını sürdürdüklerine inanan bütün insanlar, bu büyük deneyin kobaylarını oluştururlar. Derken, bir hata olur ve zamanın durduğu, ayarlamaların yapıldığı süre içinde bir insan uyanır. Eski kimliğini hatırlamayan, yeni kimliği ise henüz enjekte edilmemiş olan bu adam, John Murdock, dönen dolapların farkına varır ve yabancıların elinden kurtulmak, bu yapay şehirden uzaklaşmak için çırpınmaya başlar. Gerçeğin olmadığı bir yerde gerçeği arayan John’u filmin sonunda büyük bir hayal kırıklığı beklemektedir. (okuyucu da bu hayal kırıklığından nasibini alacağını hissetmektedir.
Gizemli Şehir, özellikle doksanlı yıllarda popüler olan sanal gerçeklik, kontrol edilme, gözetlenme, tekno-fobi gibi temalar üzerinde yükselen bir film olmasıyla ve “gerçeklik ve/veya hakikat kavramlarını sorunsallaştırmasıyla birçok filmi (örneğin: Matrix) önceleyen bir filmdir. Bununla birlikte filmi ilgiye mazhar kılan diğer bir özelliği yukarıda kavramsallaştırıldığı şekliyle hegemonya üzerine söyleyebildikleridir. Tam anlamıyla kontrol altında tutulan, tüm gerçeklikleri, bununla beraber yaşadıkları mekanlar sürekli olarak yaratılan ve yeniden yaratılan bir insan topluluğu ve bu insanları gözetleyen, yöneten ve kullanan bir yabancılar grubunun varlığı, modern toplumlardaki egemen sınıf ve ona tâbi olan pasif, standart, atomize bireylerden oluşan kitleleri anımsatır. Bu durum her ne kadar bir komplo teorisini anıştırsa da hegemonya kavramsallaştırması içinde bir anlam taşır. Gizemli Şehir’de yaşayan tüm insanlar, ortada neler olup bittiğinden habersiz, mütevazı hayatlarını yaşadıklarını zannederken, aslında bir deneye (ekonomik dizgeye) hizmet ederler. Yaşadıkları hayattan öylesine eminler, kendilerine verilen gerçeklikleri öylesine kabullenmişler ki güneşin neden hiç doğmadığına, yaşadıkları şehrin dışında başka yerlerin olup olmadığına aldırmamaktadırlar. Bilinçlerinin her gece yarısı değiştirilebilecek kadar dirençsiz ve zayıf olması (kendileri için yaratılan rollere kolaylıkla uyum sağlamaları), empozeye açık olmaları (dayatılan her şeye inanmaları), ve sorgulamamaları, onları her gece değişen bir labirentin içinde adeta kobay fareleri haline getirerek deneyin yolunda gitmesini sağlamaktadır. Bununla birlikte, ortada neler döndüğünü anlayan John bile kendi gerçekliğini kuramaz ve şehrin (labirentin, deneyin) dışına çıkma çabaları sonuçsuz kalır.
Filmdeki iki önemli karakter; deneyin başarıya ulaşmasında Yabancılara yardım eden Doktor ve Yabancılarla birlikte deneyin tekerine çomak sokan John’un peşine düşen detektif yine hegemonya kavramsallaştırması içinde anlamlı bir yere oturur. Dr. Schreber, Gizemli Şehir’de yaşayan ve aslında ortada ne dolapların döndüğünün farkında olan tek insan olarak, Gramsci’nin hegemonya teorisinde önemli bir işlev üstlenen organik aydın tipiyle örtüşür. Kendi türüne (sınıfına) ihanet pahasına bile olsa, yabancılarla (egemenlerle) işbirliği yapar ve bundan başka bir alternatifi olmadığına inanır. Ortada neler döndüğünün farkında olmayan Dedektif Bumstead ise John’u sadece bir kanun kaçağı olarak görür ve farkında olmadan bile olsa onu yakalamakta ve cezalandırmakta yabancılara yardım eder. Bu iki karakter nezdinde Doktor (bilim insanı, akademi, okul) ve detektif (polis, ordu, hapishane) hegemonya süreci içinde baskın sınıfın ya da gurubun ideolojik ve baskıcı aygıtlarına denk düşerler. Bununla birlikte, filmin ana temasının merkezinde bulunan gerçekliğin değişkenliği ve bilincin değiştirilebilirliği konuları, tam da hegemonya kavramsallaştırmasının temelini oluşturan argümanlar olarak karşımızda dururlar. Çünkü bu noktada ‘hakiki gerçek’ ya da ‘doğru’ gibi tanımlamalar yapılamadığı gibi ‘sahte bilinç’ ile gerçek ya da olması gereken bilinç arasındaki ayrım da silikleşir. Tıpkı hegemonya süreci içinde, gerçeklik ve bilinç üzerinde gelişen çatışma gibi, Gizemli Şehir’de de bireyin gerçek kimliğini ve gerçekliğin kendisini arayışı söz konusu olur. Ancak ümitsiz ve sonsuz bir arayıştır bu, çünkü John filmin sonunda gerçekliğin oluşturulduğu mekanın (hegemonyanın) sınırına geldiği ve karşısındaki duvarı yıktığı zaman, sadece hegemonya sürecinin dışındaki alanda (tabii böyle bir alan varsa) olabilecek bir şeyi görür; bilinçsizliğin, anlamsızlığın gerçeksizliğin mekanı, boşluğu.
Filmin en dikkate değer yönü, hegemonya ile mekan arasında kurduğu koşutluktur. John şehirden çıktığı taktirde kendisini kontrol etmek isteyen güçlerden de kurtulabileceğine inanır ve bir tanıtım panosunda gördüğü Shell Beach adlı tatil kasabasına gitmenin yollarını arar. Ama şaşırtıcı olan şehirde yaşayan herkes bu kasabanın varlığından haberdar olduğu halde, hiç kimsenin oraya nasıl gidileceğini bilmemesidir. Shell Beach her zaman hayali kurulan, tahakkümün varolmadığı, hiyerarşilerin düzlendiği, koşulsuz ve sürekli bir özgürlük idealinin yeşerdiği bir cennet tasarımıdır.
Her ne kadar Gizemli Şehir’de yaşayan insanlar, tepkisiz, ilgisiz, amiyane deyimle koyun gibi görünseler de onların da şikayetleri vardır elbette. Adaletsiz bir düzende yaşadıklarından, az para kazandıklarından, özgürlüklerinin kısıtlandığından şikayet ederler. Ama ne gam. Her gece yapılan ayarlamalarla değişen roller şikayetleri anlamsız kılar. Parasızlıktan şikayetçi olan bir adam, ertesi sabah zengin biri olarak uyanır ve vergi oranlarının yüksekliğinden şikayet etmeye başlar. Daha sonraki sabah başka bir şeyden şikayet edecektir. Toplumsal rollerin değişebilirliği şikayetlerini anlamsız kılar. Zaten bu şikayetler de temeldeki asıl sistemi (deneyi) başarıya ulaştırmak için üretilmemişler midir? Sistem muhaliflerinin eleştirileri sistemi beslemekte, hegemonyayı güçlendirmektedir.
Filmde ilgiye değer bir başka açılım da, birer kobay faresi olarak konumlandırılan bireylere enjekte edilen ilaçlar yoluyla belleğin yeniden üretimidir. Gerçekten de bellek hegemonik mücadele içinde merkezi önem taşıyan alanlardan biridir. İnsanlar unutur. Bu yeti ya da zafiyet insanı yönlendirmede, kuşatmada ya da özgürleştirmede kullanılan mükemmel bir mekanizmaya dönüştürülebilir. Kitle iletişiminin görünen ereği insanlar arasındaki iletişimi geliştirmekse, görünmeyen tarafta insanlara unutturma bulunmaktadır. Haber vermenin gelişkin, profesyonel, renkli biçemleri, insanların gerek kendi özel hayatlarında gerekse kamusal olanda deneyimledikleri, gözlemledikleri ve öğrendikleri bilgileri sistemli bir şekilde unutturmaya, yeniden kurgulamaya ve gerektiği zaman gerektiği şekilde tekrar hatırlatmaya imkan tanır. Belleksiz toplum bu şekilde yaratılır. Ancak bu mutlak bir unutuş, bir amnezi değildir. Sadece geçmişin, hatıraların, ve bilgilerin yeniden düzenlenmesi, “gereksiz” olanların atılması ya da farklılaştırılması işlemidir. Gizemli Şehir’de de yabancılar bunu yapar. Yabancılara karşı mücadele edebilen ya da en azından bunu deneyen tek kişi, bir hata sonucu tümüyle belleksizleşmiş John Murdock olur. Çünkü hatırlaması gereken şey zaten ona enjekte edilmiş bilgi, düşünce ve anılardır. Dolayısıyla özgürlüğün yolu doğrudan doğruya unutma kaybından geçer. Murdock bizim hegemonya dediğimiz mücadele alanından kaçarken tek avantajı bu mutlak unutuştur. Mücadele alanından kaçmayanlar için ise fazla seçenek yoktur. Kurallar yabancılar tarafından belirlenmektedir. Tercih bu kurallara muhalif ya da tarafgir olarak eklemlenebilmek ile deneyden dışlanmak arasında yapılabilir.
Popüler eğlenti ürünleri üzerinden bir çeşit toplumsal proje okuması yapmak, popüler anlatının çoğu zaman göründüğünden daha fazlası olduğuna inanmak ne kadar mantıklı? Belki mantıklı değil ama işlevseldir bu çeşit bir bakış açısı. İnsanları sadece eğlenmek, iki saatini hoşça geçirmek yerine biraz da düşünmeye itmektir. Elbette Gizemli Şehir’de yapılmak istenen gerçeklik üzerine polemik yaratmaktır. Ancak gerçeklik üzerine polemik yapmak bizatihi karşı hegemonyayı besler. Başka bir değişle hegemonyayı teşhir eder. Ancak, her seyirciden bunu böyle anlaması elbette beklenemez. Sonuçta önemli olan anlatılan değil anlaşılandır. Öyleyse popüler eğlenti ürünlerini aşağılamak, görmezlikten gelmek yerine anlaşılan üzerinde mücadele etmek zor ancak “faydalı” bir çalışma olmalıdır. Sinema eleştirisinin tanıtım, aşağılama, hakaret ya da yalakalıktan daha farklı bir şey olduğu bu çalışmaların çoğalması ile anlaşılacaktır.