İdeoloji üzerinde uzlaşılması güç bir kavram olmasının yanısıra, bizzat bilim adamının kendi konumunuda sorunsallaştırdığı için tehlikelidir de. Cliffard Geertz Kültürün Yorumları (The Interpretations of Culture) adlı kitabında ideoloji ve sosyal bilimler arasında ikilik (dilemma) olduğunu düşünür. Aydınlanma düşüncesi beraberinde insanın toplumsal davranışının akıl yoluyla açıklanmasını getirdi. Buna göre birey, siyasi ve sosyal hayatta yaptığı rasyonel seçimlerle davranışını belirler. Bununla beraber Richard Bendix Sosyoloji ve Aklın Güvenilenezliği (Sociology and the Distrust of Reason) adlı kitabında, modern politik yaşamda akıldan daha çok güdülerin, koşullanmaların, çevrenin ve toplumsal fonksiyonların rol oynadığını iddia eder. Böyle bir iddia aklın rolünü kısıtlar. Davranış, sosyal yasalarla iktidar ilişkileri içindeki mantıksal fonksiyonlar ve bilinç yapıları tarafından belirlenir.
Tüm bu kurallar ve fonksiyonların kaynağı nedir? Aklın rolünün bu kadar kısıtlandığı bir ortamda bilimsel bilgiye ne kadar güvenilebilir? Bu sorular ideoloji ve sosyal bilimler arasındaki gerilimi ortaya çıkarır. Geertz bilim adamı ile ideolog arasında kalan entellektüelin durumunu Karl Mannheim’in 1929’da yazdığı İdeoloji ve Ütopya (Ideology and Utopia) adlı kitaba gönderme yaparak ‘Mannheim Paradoksu’ (Mannheim Paradox) kavramıyla açıklar. Geertz ideolojinin iki temel kavramsallaştırılmasının olduğundan bahseder. Bunlardan ilki çıkar teorisi (interest theory), diğeri ise gerilim teorisidir (strain theory). Bunlar sırasıyla, nedensel ve işlevsel açıklamalar olarak tanımlanabilir. Nedensel açıklama, ideolojik belirlenimleri sınıfsal temelde açıklar. İşlevsel açıklama ise ideolojiyi bireyin ve toplumun belirli ihtiyaçlarını karşılayan bu anlamda toplumda belirli işlevler üstlenen bir kurum olarak görür. Toplumsal hayat çeşitli zıtlıklar ve uyumsuzluklar üzerine kuruludur. Bu uyumsuzluklar bireyin topluma adapte olmasını zorlaştırır ve gerginliği arttırır. İşte ideoloji bu noktada bireyin topluma adapte olma sürecinde gerginliği azaltan işlevsel bir rol üstlenir. Nedensel açıklama ideolojiye toplumsal çatışmayı önceleyen bir rol verirken, işlevsel açıklamada ideoloji, toplumsal zıtlıkları gideren, dengeyi yeniden kuran bir işlev görür. Bununla birlikte her iki açıklama biçimininde eksiklikleri vardır. Nedensal açıklamalar yorum yapmayı zorlaştırırken, işlevsel açıklamalar verili olarak kabul ettiği etken işlevleri açıklamaya ve tartışmaya yanaşmazlar. Üstelik her iki açıklama tarzı da sorunlu kavramlara ve tanımlamaya dayanan ampirik veriler üzerinden çalışırlar.
Marksist yaklaşım her ne kadar nedensel açıklamalar içinden konuşuyor görünse de, üzerinde uzlaşılmış bir ideoloji kavramı içermez. Öncelikle Karl Marx ideolojiyi ‘yanlış bilinçlendirme’ ile açıklar. İdeoloji maddi ve gerçek koşullardan bağımsız yanlış ve soyut düşüncedir. Toplumun egemenleri ideolojiyi, tahakküm altında bulunan sınıfın bilincini yanıltmak, onları maddi ve gerçek ilişkiler bütününden koparıp kendilerine tabii kılmak için kullanırlar.[1] İdeoloji egemen sınıfın çıkarlarını temsil eden fikirler sistemidir. Sınıf ilişkilerini aldatıcı bir şekilde temsil eder. Engels felsefeyi ve dini, yüksek ideolojiler olarak tanımlar. Buna göre siyaset ve hukuk daha düşük ideolojiler olarak materyal ilişkilere daha bağımlı, dolayısıyla daha kolaylıkla çözülebilirdirler.[2] Marks ve Engels’in ideolojiyi bu şekilde olumsuzlamaları ve onu bir çeşit yanlış bilinç olarak kavramsallaştırmaları Lenin tarafından farklı değerlendirilir. Lenin ideolojini belirli bir sınıfın çıkarlarına hizmet eden düşünce dizgesi olduğunun altını çizer. Bu anlamda Marks’ın çizgisinden uzaklaşmamakla birlikte, bir proleter ideolojiden de söz etmek mümkün olur. Bir ideoloji (proleter ya da sosyalist ideoloji) diğerine (burjuva ideolojisi) göre doğru ve gelişmeci olarak tanımlanabilir.[3] Ancak bu tip bir kavramsallaştırma Marksizmde oldukça belirgin olan ideoloji ve bilim arasındaki ayrımı problematik hale getirir ve sonuçta Geertz’in Mannhein Paradoksu dediği ikilik burada da başgösterir. Dolayısıyla Lenin’in kavramsallaştırması beraberinde bilimin ne olduğu sorusunu da getirir. Bunun yerine Marks’I izleyerek daha net ve üzerinde uzlaşılabilir bir tanımlamaya gidilebilir. İdeoloji egemen sınıfın ya da grupların değerlerini idealize ederek onları evrenselleştirmenin düşünsel temelidir. Egemen sınıfın değerleri onların çıkarlarını temsil eder. Feodal dönemde bu değerler onur soyluluk, kahramanlık şovalyelik gibi nosyonlar üzerinden yükselirken, modern çağda burjuvanın değerleri, bireysellik, rekabet, kazanmak, maddi başarı gibi kavramlar etrafında şekillenir. Burjuva ideolojisi ya da daha genel anlamda kapitalist ideoloji, bu kavramlar üzerinde toplumsal bir uzlaşı sağlama sürecini işaret eder. Bu kavramlar toplum tarafından kabul edilip, meşrulaştıkları ölçüde rekabet ve sınırsız birikim hakkı sadece burjuva sınıfının değil tüm toplumsal sınıfların çıkarıymış gibi görünür. Bu bir yanlış bilinç oluşturarak, burjuva sınıfı dışındaki toplumun maddi koşullar çerçevesinde kendi gerçek çıkarlarını görmesini engeller, gerçeği maskeler.[4]
Luis Althusser, bu süreci daha esnek bir yapıda görmeyi yeğler. İdeoloji gerçekliğin çarpıtılmış bir yansıması değil, insanların gerçek dünya ile ilişki kurduğu temsiller ve temalardır. Bu anlamda ideoloji ile sınıf arasında birebir ilişki kurmak zorlaşır. egemen fikirlerin daima yönetici sınıfın değerlerine tekabül ettiği düşüncesi yanlışlanır. Sahte ya da yanlış bilinç kavramı da tek bir doğru ideoloji olduğu, insanların bu ideolojiye (bilgiye) ulaşmasının çeşitli yollarla engellendiği varsayıldığı ölçüde gerçek dışıdır. İdeolojik ya da bilimsel olsun tüm bilgiler belirli toplumsal pratiklerin ürünüdür, ve toplumsal ilişkiler içinden oluşur.[5] Bu anlamda ideoloji de belirli bir egemen sınıfın çıkarlarından tümüyle değilse de görece özerktir. İdeoloji belli aygıtların işleyişinde veya toplumsal örgüt ve organizasyonların içinde yer alan pratiklerde görülür. Bu noktada Althusser ‘ideolojik devlet aygıtlarını’ ‘baskıcı devlet aygıtlarından’ ayırır. İdeolojik devlet aygıtları, kitle iletişim araçları, aile, din gibi sosyal kurumları kapsar. Bu yaklaşımla birlikte, devletin etkinlik alanının genişletilir, fakat daha önemlisi, ideolojik üretim ve yeniden üretim belli bir egemen kurumun tekelinden çıkarak toplumdaki tüm kurumlara atfedilir. Dolayısıyla kültür ve kültürün dinamikleri tümüyle ideolojiktir. Bu tür bir varsayım bizi Marksizmin katı altyapı/üstyapı belirlenimciliğinden kurtarır. Ekonomik belirlenim son kertede önemlidir, ancak ideolojik üstyapının doğası ve işleyişini açıklamak için yeterli değildir. Bu anlamda kültür, ideoloji ekseninde marksist geleneğin çalışma nesnesi haline gelir.
İdeoloji kavramı üzerine başka bir katkı da Antonio Gramsci’den gelir. Gramsci savaş, devrim, bunalım dönemleri gibi olağanüstü durumlarda siyasi erk tarafından uygulanan ‘yönetim’ ile, olağan durumlarda siyasal, toplumsal, kültürel güçler arasındaki iç içe geçmiş karmaşık ilişkiler bütünü olarak tanımladığı ‘hegemonya’ arasında bir ayrım yapar.[6] Hegemonya süreci içinde kültür, insanların içinde bütün yaşamlarını tanımladıkları ve belirledikleri bir alandır; ideoloji ise, belirli anlamlar ve değerler dizgesinin belirli bir sınıfın çıkarlarının dışavurumu ve yansımasıdır. Hegemonya kavramı bütün toplumsal süreci güç ve etkilerin özgül bir biçimde dağılımı ile ilgili olarak değerlendirdiği için kültür kavramını içerir. Toplumsal sürecin bütünlüğü düşüncesinin kabulünü içerdiği için de ideoloji kavramını aşar. Önemli olan yanlızca bilinçli bir inançlar ve düşünceler sistemi değil, özgül ve egemen anlamlar ve değerler tarafından pratik olarak örgütlenen yaşanan bütün bir toplumsal süreçtir. Hegemonya kavramı tanım olarak ideolojiye indirgenmeye müsait olmasına rağmen, altı çizilmesi gereken kavramın egemen sınıfın geliştirdiği ve yaydığı biçimsel anlam ve değerleri içermekle birlikte, egemen olma/boyun eğme ikiliğinin tüm yaşam sürecinin yoğunlaşması olarak ele alınmasıdır.
“Hegemonya ne ideolojinin üstbiçimi ne de denetleme biçimidir. Yaşamın tümünü kapsayan pratiklerin ve beklentilerin tümüdür.”[7]
Kültür ve ideoloji ilişkisinin irdelenmesinde bu kavramsallaştırmanın iki temel yararı vardır. Bunlardan birincisi, toplumsal süreci basit bir biçimde egemen olma/boyun eğme ya da altyapı/üstyapı belirlenimlerinden öteye götürerek çok daha karmaşık toplumsal örgütlenme ve denetleme süreçlerinin anlaşılabilmesini sağlar. İkincisi, kültürel etkinliği hem gelenek hem de pratik olarak bütünüyle farklı bir tarzda ele alır.Kültürel etkinlik artık hiçbir biçimde üstyapısal değildir. Ekonomik ve siyasal etkinlikle birlikte geniş bir gerçeklik alanı ile ilişkilidir. Kültürel etkinlik pratik biçimlenmenin temel sürecidir ve hegemonik ilişkilerin tam da merkezindedir. Klasik olarak işbirliği, oratak katılım, birlikte yaşama gibi kavramlarla tanımlanan kültür, egemen olma, boyun eğme, tahakküm ilişkileri etrafında şekillenen bir mücadele alanına dönüşmüştür.
Kanımca kültürün ve ideolojinin içinde eridiği böylesine bir mücadele alanı kavramsallaştırması kültür çalışmalarının da araştırma nesnesini oluşturur. Bu anlamda kültür çalışmaları belirli sosyal disiplinlerin çakıştığı noktada disiplinler arası bir konuma erişir. Peki bu konumda ‘iletişim’ ya da kitle iletişim araçları nereye oturtulabilir?
Referanslar
[1] Marks, K. & Engels, F., (1992), Alman İdeolojisi [Feuerbach], sf: 72-74
[2] Engels, F., (1992), Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, sf: 54-55
[3] Williams, R., (1983), Ideology, Keywords: A Vocabulary of Culture and Society içinde, sf:155
[4] Kellner, D., Towards a Critical Theory of Television, Television and Crisis of Democracy içinde, sf:9-10
[5] Curran, J., Gurewitch, M., and Wollacott, J., (1992), The Study of the Media, Theoretical Approaches, In Culture Society and the Media, sf: 20-21
[6] Williams, R., (1977), Hegemonya, a.g.e., sf: 108
[7] A.g.e., sf: 109-110