Sıradan Bir Gündü (He Was A Quite Man, 2007), American Yakuza (1993) ve No Way Back (1995) gibi iki sıradan aksiyon filmi yapmış, Constantine (2005) gibi başarısız bir çizgi roman uyarlamasının senaryo ekibinde yer almış Frank A. Cappello’nun çektiği bağımsız bir film. Yönetmenin yaptıklarına bakıldığında senaryosunu da kendi yazdığı bu film, filmografisinde ayrıksı bir yere oturuyor. Mütevazi, bir karakter üzerine odaklanmış, modern toplum ve çalışma hayatı eleştirisi üzerine kurulmuş kişisel bir film Sıradan Bir Gündü.
Nedendir bilinmez, He Was a Quite Man (Kendi Halinde Bir Adamdı ya da Sakin Bir Adamdı diye çevrilebilir) ülkemizde iki yıllık bir gecikmeyle Sıradan Bir Gündü adıyla gösterime girdi. Halbuki filmin orjinal adı üçüncü sayfa cinnet haberlerinin bir klişesini vurguluyor. “Cinnet” geçirip karısını, çocuğunu, komşusunu öldüren sıradan insanlar hakkında yapılan haberlerin olmazsa olmazı, arkadaşların, komşuların, iş arkadaşlarının katil hakkında gazetecilere söylediği o bildik sözün altını çiziyor: “Kendi halinde bir adamdı. Sessiz sakin bir adamdı.” Böyle bir tanımlama sonrasında, “Ne oldu da böyle oldu?” sorusunun akla getirerek izleyicilerin merakını güçlendiriyor, başka bir değişle haberin ratingini artırıyor.
Filmde de buna benzer bir durum söz konusu. Mutsuz, umutsuz, Amerikalıların deyişiyle kaybeden (loser) bir ofis çalışanı olan Bob Maconel yalnız yapayalnızdır. Sosyal ilişkiler kuramaz. Çekici değildir (kel ve gözlüklü), demode giyinir, iki lafı bir araya getiremez, konuşurken karşısındakinin yüzüne bakamaz. Tek dert ortağı evinde beslediği japon balığıdır. Derdini ona anlatır, ondan tavsiyeler alır. Dışardan bakıldığında kendi haline bir adamdır ancak çalıştığı yeri havaya uçurma plânları yapmakta, gözüne kestirdiği bazı iş arkadaşlarının kafasına sıkma hayalleri kurmaktadır. Böylece berbat hayatını da görkemli bir şekilde sonlandırabilecektir. Balığı da onu bu konuda onu cesaretlendirir.
Ancak bir başka umutsuz ofis çalışanı ondan önce davranır ve ofis çalışanlarını vurmaya başlar. Bob bu sırada kurtarıcı rolü üstlenir ve katili öldürerek, platonik aşkı Vanessa’nın hayatını kurtarır. Böylece bir kahraman olur. O güne kadar onu sürekli aşağılayan amiri ve iş arkadaşlarının gözünde birden popülerleşir. Şirketin üst katlarında yeni bir oda ve iş sahibi olur. Artık önemli birisidir. Arkadaşlarıyla gece dışarı çıkmaya başlar, golf oynar, şirketteki seksi kadınlar onunla sevişme imalarında bulunur. Bu sırada felç olan Vanessa’nın da bakımını üstlenir. Böylece sevdiği kadına da kavuşmuş olur. Bambaşka biri olmuştur. Artık balığı ile konuşmaz, kendini kötürüm sevgilisine, işine, başarıya ve mutluluğa verir. Ancak kısa sürede bütün bunların sahte olduğunu fark edecek ve başladığı yere dönecektir.
Toplumsal hayatın samimiyetten uzak, çıkara dayalı ilişkilerine uyum sağlayamayan bir adamın tesadüf eseri kazandığı popülariteyi kullanma, kendisine sunulan bir fırsatı mutlu bir hayat kurmak için değerlendirme çabası Bob’un yaşadıkları. Bir yandan da sevgi yoksunu bir hayatta, giderek deliren, içinde büyüyen nefretle öldürerek, yok ederek baş etmeye çalışan bireyin çırpınışları. Benzer bir tema Joel Schumacher’in yönettiği, Michael Douglas’ın başrolde oynadığı Falling Down (1993) filminde de vardı. Ancak iki film karlşılaştırıldığında Sıradan Bir Gündü’nün senaryosu basit ve yüzeysel kalıyor. Filmdeki en büyük eksiklik senaryosundaki boşluklar denilebilir. Kimsenin farkına varmadığı, anti-patik bir delinin birdenbire tek bir olayla, etrafındaki herkesin abartılı ilgisine mahzar olabilmesi, biraz basite kaçıldığını, yazar-yönetmenin vermek istediği mesaja fazla odaklanıp hikayeyi elden kaçırdığını düşündürüyor. Bu anlamda karakterler de inandırıcılıklarını zaman zaman kaybediyorlar. Ancak oyunculuk ve sağlam diyaloglar filmi toparlıyor ve sonuna kadar sıkılmadan seyredilecek, keskin dönüşler yapan ve izleyici şaşırtabilen bir film çıkıyor ortaya.
Film bu minvalde kara mizahla trajedi ya da Amerikan rüyası ile modern çağın kabusu arasında salınıp duruyor. Christian Slater’in Bob rolündeki performansı şaşırtıcı derecede iyi. Tony Scott-Quentine Tarantino yapımı True Romance (1993) filminden beri en farklı ve etkileyici oyunculuğunu göstermiş. Filmde Vanessa rolünde 24 dizisinden ve teen-slasher korku filmlerinden aşina olduğumuz Elisha Cultbert ve patron rolünde Amerikan bağımsız filmlerinin gediklisi Gene Shelby Slater’a eşlik ediyorlar. Filmin yönetmenliği iyi, Bob’un dış dünyayla arasındaki mesafeyi göstermek için kullanılan efektler yerinde, kurgusu sürekleyici, müzikleri ise yerli yerinde.
Nisan, 2012