Quentine Tarantino iki filmle ‘Taratinovari’ olarak adlandırılan kendine has bir tarz oluşturarak, 90’lı yıllarda Holywood sinemasına değişik bir soluk getirdi. Rezervuar Köpekleri (Reservoir Dogs, 1992) ve Ucuz Roman (Pulp Fiction,1994) ile Amerikan Sinema tarihinde müstesna bir yer edinirken, kendinden sonraki birçok filmi etkileyen, özgünlüğünü taklitten alan yeni bir sinema estetiği belirledi. Bu estetik kısaca (1) Suç dünyası üzerine bir anlatı olması, (2) En geniş anlamıyla anti-kahraman olarak tanımlanabilecek karakterler yaratması (3) Grafik şiddetin yoğun ve dolaysız olarak kullanılması (4) Anlatının birbirinden farklı film türlerine ve sinema tarihinde farklı kategorilerde değerlendirilen filmlere göndermelerle dolu olması, (5) Farklı dönemlere ait popüler kültür özelliklerinin mekanlarda, kostümlerde ve müziklerde yoğun olarak kullanılmasıyla bir çeşit popüler kültür arkeolojisinin yapılması (6) uzun ve ‘zekice’ yazılmış diyalogların kullanılması olarak tanımlanabilir.
İlk iki filminde neredeyse eksiksiz bir şekilde bu altı karakteristiğin varlığını tespit edebiliriz. Üçüncü film Jackie Brown (1997) ise özellikle yönetmenin hayranları tarafından hayal kırıklığı ile karşılansa da yine de Tarantinovari estetiği bütünüyle taşıyan bir filmdi. Belki de hayranları düş kırıklığına uğratan, önceki iki filmin aksine bu filmde, hikayenin bir kadın üzerine kurulmuş olmasıydı. Çünkü Tarantino erkeklerin suç dünyasını resmeden bir yönetmen olarak tanınma eğilimindeydi. Onun filminde kadınlar, garson kızlar, sokakta kazayla vurulan kurbanlar, suçlu erkeklerin kız arkadaşları olarak temsil edilmekteydi. Jackie Brown da ise filmin isminden oyuncu seçimine filmin anlatı yapısına kadar bütün süreçte “güçlü kadın” temsilinin belirtileri son derece belirgindi. Filme ismini veren Pam Grier siyahi istismar (blaxploitation) filmleriyle 70’li yılların B filmleri aleminde ün yapmış, ‘foxy’ (Kurnaz) lakaplı karakterler canlandıran bir aktristti. Filmdeki erkek karakterlerin tümü karikatürize edilmiş ve filmin sonu itibariyle Jackie’yi seven, ama daha önemlisi ona saygı duyan bir erkek karakter dışındaki suçlu/polis, katil/masum tüm erkeklerin yenilgisiyle sona eriyordu. Jackie’nin kendisine hayranlık duyan adama da yar olmadığını belirtelim.
Film hakkındaki yorumların bir kısmı garipti. Garipti çünkü ‘bir kısım’ eleştirmen, küçük Quentine’in hayatında evin reisi konumundaki annesinin büyük bir etkisi olduğundan hareketle, filmi ‘anneye karşı bir saygı duruşu’ olarak yorumladılar. Bu sakat psikanalitik yorum, sanki Tarantino’nun filminin merkezine bir kadını, üstelik akıllı, kurnaz ve kendi hayatına sahip çıkan bir kadını yerleştirmesindeki şaşkınlığı biraz olsun açıklayabilmek amacındaydı. Erkekleri kutsayan yönetmenin bir anlık zaafını açıklama çabası! Bill’i Öldür (Kill Bill, 2004) gösterime girdiğinde, herhalde Tarantino’nun her akşam onu sopalayan bir ablası olmadığından olsa gerek, bu tür yorumların arkası kesildi.
Bill’i Öldür’ün tam anlamıyla Tarantinovari bir film olarak tanımlanabilir. Suç, anti-kahramanlar, grafik şiddet, farklı türlere göndermeler, popüler kültür ve ‘muhteşem’ diyaloglar. Bu özelliklerin her birinden hareketle film üzerine birçok şey söylenebilir. Anime, uzakdoğu dövüş filmleri ve westernlerin filmin anlatı yapısı ve sanat yönetimi üzerindeki etkileri sahne sahne değerlendirilebilir. Filmde kullanılan müziklerden yola çıkarak anlatıdaki farklı açılımlar gözler önüne serilebilir. Filmlerdeki abartılı şiddetin gösterimi, Japon manga kültürü ve Hong Kong dövüş filmleri üzerinden değerlendirilebilir ya da filmdeki görsel referansların tümünü ele alan uzun bir yazı hatta bir kitap yazılabilir vs. Ancak bu yazıda doksanlı yıllarda Holywood filmlerindeki kadın temsillerindeki değişim ekseninde, Bill’i Öldür filminde yoğun olarak bulunan kadın karakterler -özellikle baş karakter incelenecek; filmin “güçlü kadın” temsilleri üzerinde yürütülen tartışmalara ne gibi açılımlar getirebileceğini araştırılacaktır. Film gösterime iki bolüm halinde girdi. Yazıda bir bütün olarak ele alınacaktır.
Bill’i Öldür filmini kadın temsilleri açısından izlemeye başlarken sanırım ilk adım yönetmenin, “bu bir vahşi sürtük filmi (brutal bitch movie)dir,” tanımlaması üzerine düşünmek olacaktır. Bu filmler en basit tanımıyla silahlı, güzel ve çıplak kadınların ortalıkta dolaştığı heteroseksüel erkek fantazilerini tatmin etmeye yönelmiş anlatılardır. Tarantino ne düşünüyordu bilemeyiz ama Bill’i Öldür’ün bu tür bir anlatıdan yola çıkarak, bu tür anlatı yapılarının oturduğu zemini çökerten bir film yaptığını söyleyebiliriz. Bu çöküşün sebebi vahşi sürtük filmlerindekinin aksine bu filmdeki kadın karakterlerin yüzeysellikten uzak, geçmiş tecrübeleriyle geleceklerine yön veren katmanlı ve sağlam motivasyona sahip olmasıdır. Karakterlerin psikolojik derinliği, onları bir seyir nesnesi olarak görmemizi engeller. Kadını ete indirgeyen erkek bakışı bu düzeyde işlemez. Çünkü bakış ile nesne arasına duygulanım girmiştir. Filmin izleği bu duygulanımı takip eder, yani kin ve intikamı.
Gelin karakterinin film boyunca yolculuğunu bir kin ve intikam serüveni olarak okuyabiliriz. Bu noktada kime karşı kim, neye karşı intikam sorularını sorabiliriz. Konuyu kısaca hatırlarsak; Beatrix Kiddo (Uma Thurman ) namı diğer Kara Mamba, liderliğini Bill’in yaptığı Ölümcül Engerek Suikast Timi (ÖEST) adlı bir suç teşkilatının üyesidir. Aynı zamanda Bill’in çömezi, sevgilisi ve en güvenilir adamı olduğundan birdenbire ortadan kaybolması üzerine Bill ve adamları onun peşine düşerler. Bir süre sonra Teksas El Paso’daki küçük bir kilisede bir düğün provasında izini bulurlar. Gelin Beatrix’tir ve Beatrix hamiledir. ÖEST kilisedeki herkesi öldürür. Bill, Beatrix’in kafasına bir kurşun sıkar. Dört yıl sonra Beatrix girdiği komadan çıkar ve intikamını almak için bir ölüm listesi hazırlar. Listede ÖEST’nin üyeleri bulunmaktadır. Nihai hedef ise Bill’dir. Eğer anlatıyı bir kadının bir erkeğin mutlak bir tahakkümünden kaçarak kendine başka bir yaşam (bu yaşam karnında bebeğiyle yapayalnız olmasının zorunlu bir sonucu olarak başka bir erkeğin, nispeten daha zayıf tahakkümüne girmek için bile olsa) kurma girişiminin şiddetle cezalandırılması olarak görürsek, intikam tahakkümü kuran erkeğin ve onun yardakçılarının cezalandırılmasıdır.
Bill’i Öldür bu anlamda ataerkil bir düzenden intikam alma sürecidir. Beatrix’in eski hayatı ki bu hayatta ismi Kara Mamba’dır, bu tahakkümle öylesine çevrelenmiştir ki, tanıdığı herkes tahakkümün başındaki Bill ile ilişkilidir. Filmde tahakküm samurayların usta/çömez ilişkisiyle pekiştirilir. Bilindiği gibi samuraylar bir genci yanlarına alarak yetiştirir. Genç çömezliği kabul ettiği andan itibaren samuraya mutlak itaat etmeyi de kabul etmiştir. Beatrix Bill’in çömezidir. Ancak aralarındaki ilişki Beatrix’in hayatının bütün alanlarına nüfuz etmiştir. Beatrix’in eski hayatına yaptığı yolculukta (bu bir çeşit yuvaya dönüştür aynı zamanda) karşısına çıkan herkesin hayatında Bill önemli bir figürdür. “Bill’i Öldür”mek bu karakterlerin hepsiyle yüzleşmek anlamını taşır. Beatrix’in intikamı onu köleleştiren bir düzenden özgürleşmesinin tek yoludur. Eğer o Bill’i öldürmezse, Bill onu tekrar köleleştirecek ya da öldürecektir.
Böylece intikam yolculuğu başlar. Burada filmin kurgusunu değil Beatrix’in elindeki ölüm listesini takip ederek karakterler çerçevesinde olayı yeniden okumaya çalışalım. Beatrix ilk olarak kendine güçlü bir silah (Erkeklere karşı güçlü bir fallik imge) arayışına girer. Dünya üzerindeki en ölümcül silahı, bir Hattori Hanzo kılıcına sahip olmak ister. Hattori Hanzo (Sonny Chiba) önce ona böyle bir kılıç yapmayı istemez. Ancak söz konusu düşmanın Bill olduğunu öğrendiğinde (ki burada Bill erkekliğin temsil eden herşeydir) özene bezene yapar kılıcı. Burada bir parantez açalım: Hanzo bir kılıç ustasıdır. Fallik imgenin yaratıcısı ve uygulayıcısıdır. Ancak uzun süre önce bu tahakküm aracını yapmayı bırakmıştır. Erkek egemen düzenden elini eteğini çekmiş, çırağıyla birlikte sakin ve dış dünyadan soyutlanmış bir hayata çekilmiştir. Bu anlamda Hanzo’nun maçoluğu terk ederek daha ılımlı bir cinsel role geçtiği söylenebilir. Ataerkil düzende usta-çömez ilişkisinin son derece hiyerarşik bir düzlemde olduğunu düşünürsek; Hanzo ile çömezinin ilişkisinin ise pembe dizi seyretmek, suşi hazırlamak ve çay demlemek gibi tıpkı karı-koca dalaşını andıran tartışmaları barındırdığını tespit edersek (filmde daha sonra şahit olacağımız üzere özellikle Uzak Doğu’da usta-çömez ilişkisi itaatsizlik barındıran tartışmaları dışlar); Hanzo’nun gay olduğunu ve çömezini eşi (partner) olarak gördüğünü ileri sürebiliriz.
Betrix kılıcı elde ettikten sonra listedeki bir numaraya yönelir. O-Ren Ishii (Lucy Lui ) nam-ı diğer Pamuk Ağız (Cottonmouth), Uzak Doğu/Amerikan melezi bir kadındır. O-Ren’in hayat hikayesini öğrenirken birçok yan karakterle anlatının katmanlaştığını görürüz. O-Ren henüz 11 yaşındayken mafya üyeleri evlerini basar ve babasını öldürür. O-Ren yatağın altına saklanmıştır. Mafya patronu annesini yatakta sıkıştırır ve kılıcını karnına saplar (tecavüz). Kılıç annesinin bedenini ve yatağı deler, O-Ren’e kadar ulaşır (anne karnındaki çocuğun masumiyetini yitirişi). Annesinin kanı O-Ren’in yüzüne damlar (kadın olma süreci). Kılıç apaçık bir fallik imgedir. Erkek tahakümünün simgesidir ve küçük bir kız çocuğunun kadın olarak erkek tahakkümüne girişinin trajik bir metaforudur. O-Ren intikamını, sübyancı mafya babasını yatakta tıpkı annesini öldürdüğü gibi karnından bıçaklayarak alır. Kendisine sunulan rolü kabul etmemekte; tahakkümü reddetmektedir. Kılıca sahip olarak erkekler dünyasında iktidar kurmak niyetindedir. Ardından Nikita’ya (1990) açık bir göndermeyle bir çatıda görürüz O-Ren’i. Uzun namlulu (kılıcın mekanize hali) bir tüfekle yine bir erkeği hedef alır. Son imge mafya toplantısında kimliğini sorgulayan bir yakuzanın başını yine bir kılıçla kesmesidir. Artık tahakküm altındaki değil, tahakküm edendir. O-Ren’in hikayesi intikam ekseninde kadının erkek egemenliğine karşı başkaldırısı ve başarısıdır. Ancak bu başarı oyunun kuralları içinde bir başarıdır. O-Ren artık patrondur ancak bunun bedeli kadınsılığın terk etmek zorunda kalır. Nitekim erkek bakışına karşı hiçbir kadınsı çekiciliği yoktur. Sadece erkek karşısındaki boyun eğer konumundan değil, bütün kadın rollerinden feragat etmiştir. Kıyafetleri, hal ve hareketleri en yakın yardımcısı olan Vamp Sofie (Sofie Fatale) ile ilişkisi lezbiyen çağrışımlar barındırır.
Bu noktada hikayeye O-Ren’in Çılgın 88 (Crazy 88) adlı suç örgütünün en önemli üyelerinden olan Go Go Yubari (Chiaki Kuriyama) girer. Küçük bir kızdır Go Go ama erkeklere karşı tükenmez bir kinle doğmuş gibidir. Liseli üniforması içinde çocuk pornografisinin fetiş objesi olarak görünür. Bir arzu nesnesi ancak kendisini arzulayanlar için bir ölüm makinesidir. Daha baştan “Benimle yatmak ister misin?” sorusu karşısında yelkenleri indiren erkeği karnından deşerek erkek egemenliğine karşı ne büyük bir tehdit olduğunu göstermiştir. Go Go Yubari, Beatrix’in O-Ren’e ulaşmak için aşması gereken en tehlikeli engeldir. Çünkü daha doğuştan erkek egemenliğine karşı zaferini ilan etmiştir. Nefretinin sebebini bilemeyiz ancak bunun güçlü bir özgürlük istencinden kaynaklanabileceğini söyleyebiliriz. Zaten tam da bu yüzden ‘deli’ olarak nitelendirilir. Beatrix’in önünde ise daha gideceği çok yol, yiyeceği çok ekmek vardır. Bu yüzden Hattari Hanzo kılıcı Go Go Yubari’nin karşısında bir işe yaramaz. Çünkü Go Go filmdeki en “güçlü kadın” olarak bu fallik imgeye karşı bütünüyle korunaklıdır. Go Go’da eksik olan tek şeyin anne olmanın ve çocuğunun intikamını alma azmi sayesinde zor da olsa onunla başa çıkar. Bu noktada bu yazının ilk bölümünde (Kıç Tekmeleyen Kadınlar Vol.1) ele aldığımız “güçlü kadın” temsillerini motive eden olgular çerçevesinde, Beatrix’i “ailesine yönelik bir tehdit karşısında kaplan kesilen dişi” modeli kapsamında çözümleyebiliriz. Eğer Beatrix’in karnındaki bebeği öldürülmeseydi, Bill’in peşine düşer miydi? Bu sorunun cevabı filmin sonunda verilir. Ancak o noktada erkek egemenliğine karşı savaşının da sonuna gelmiş ve bir anlam da bilinçlenmiştir. Dolayısıyla o aşamada duygularına göre karar vermez, yaptığı seçim tam anlamıyla siyasidir.
Beatrix, kendine göre çok üst bir aşamada bulunan (erkek egemenliğine karşı koyarak kendini kanıtlamış) O-Ren’e ulaşmak için birçok erkeği öldürmek zorundadır. Bunu da başarır. (Hatta henüz “erkek olma” yolunda ilk adımlarını atan bir oğlan çocuğunun kılıcını keserek sembolik olarak hadım eder ve kıçını pataklayarak evine gönderir.) Erkeklerle işi bittiğinde onlara şöyle seslenir: “Artık gidebilirsiniz. Ancak kopardığım organlarınız burada kalacak. Onlara artık bana ait.” Erkeklerin geride bıraktıkları organları tahakkümün araçlarıdır.
O-Ren ilk önce Beatrix’i küçümser. Küçümsemesinin sebebi onu dövüş yeteneklerinden şüphe etmesi değil ancak kendisinin sahip olduğu erkeksi irade karşısındaki güçsüzlüğüdür. O-Ren iktidardır: Patron, efendi, sahip olandır. Beatrix ise Bill’in çömezi ve eski sevgilisidir. Zayıftır ve tahakküm karşısında boyun eğmeye mahkumdur. Bu yüzden O-Ren önce kılıcını göstermez. Bir bıçakla (gücünün sadece küçük bir parçası) meydan okur. Beatrix’in elindeki kılıcın bir Hattori Hanzo olduğuna inanmaz. Çünkü Hattori Hanzo ancak bir erkeğin sahip olabileceği bir silahtır. Ve mücadele başlar:
Dövüş iki samurayın eski Japon geleneklerine göre yaptığı bir düelloyu anımsatır. Düellonun silahları erkek iktidarının simgesi (fallik obje) kılıçlardır. O-Ren Beatrix’i yaralar. Bu onu daha da küçümsemesine yol açar. Ancak Beatrix’in direnci ve meydan okuyuşu karşısında duraksar. Karşısındaki güç belki erkek iktidarından gelmiyordur ama onunla başa çıkacak dirayeti gösteriyordur. Kendisine yabancı olan bu güç (açıkça kadınsı bir güçtür) karşısında şaşırır. Aldığı ilk yarada beyaz kimonosunu lekeleyerek bacağından sızan kan annesinin ölümü sırasında yüzüne damlayan kanı hatırlatır. Bu kanı gördüğünde küçümsediği Beatrix’ten özür diler. Çünkü artık kendisine eş bir iradeyle karşı karşıya olduğunu kabullenmiştir. Hatta bu iradenin kaynağının erkek iktidarından gelmediğini, kadına ait bir güç olduğunu anlamsı yenilgiyi kabullenmesine sebep olur. Artık geriye sadece ölümcül darbeyle birlikte onurlu bir şekilde ölmek kalmıştır. Beatrix ile O-Ren’i birbirine bağlayan, erkeklere özgü enstrümanlar/silahlar kuşanarak varolmaya çalışan kadınlar arasındaki bir hesaplaşmadır. O-Ren’in ölümü, Beatrix’in yolculuğunda bir dönüm noktasını oluşturur. Artık tek motivasyonu intikam değildir. Tahakkümden özgürleşmesi varoluşuyla özdeşleşir. Ancak henüz işin başındadır.
Listedeki ikinci isim Vernita Green (Vivica A. Fox), nam-ı diğer Bakır Yılanı (Copperhead) adlı siyahi bir kadındır. Beatrix komadayken, ÖEST’ten ayrılmış, evlenmiş ve çocuk sahibi olmuştur. Orta sınıf bir baliyöde huzur içinde yaşamaktadır. Ve Gelin (Beatrix) gelir. Bu kez düello için orta sınıf Amerikan hayatının merkezi; sıcak, güvenli, huzur dolu bir ev (yuva) seçilmiştir. Dövüş sırasında evin her bir eşyası kırıp dökülür (Sanki dayak yiyen evdir). Ancak düello bir an için yarıda kesilir. Vernita’nın küçük kızı okuldan gelmiştir. Vernita, durumu idare edip, kızını odasına gönderdikten sonra kızının yüzü suyu hürmetine Beatrix’ten af diler. Ancak Beatrix kana kan ister ve kızının gözleri önünde Vernita’yı şişler. Beatrix’in Vernita’yı öldürmesi filmin hemen başında gösterilir. Belli ki bu sahne hareketli bir giriş için tercih edilmiştir. Ancak ölüm listesinde Vernita neden O-Ren’den sonra gelmektedir? Ölüm listesinindeki sıralamanın mantığını ileriki bir paragrafa bırakarak Vernita’nın ölümünün Beatrix için ne anlama geldiği üzerine düşünelim.
Listedeki üçüncü isim Bill’in kardeşi Budd (Michael Madsen ) nam-ı diğer Sidewinder’dır. Filmdeki bütün erkek karakterler gibi Budd’da dünyadan elini ayağını çekmiş, bir çeşit inzivaya çekilmiştir. El Paso’nun ıssız bir köşesinde bir karavanda yaşamakta, bir barda güvenlikçi olarak çalışmaktadır. Budd ezilmiş bir erkektir. ÖEST yıllarında hükmeden bir katilken, şimdi yoksul, patron baskısı altında bunalan, barda çalışan garson kızlar tarafından tuvalet temizletilen biri olmuştur. Bir çeşit suçluluk psikozu içinde hayattan umudunu kesmiş, melankolik bir şekilde ölümü beklemektedir. Ancak Beatrix’e tuzak kurar ve onu alt eder. Bu durum aynı zamanda düşmüş bir erkek olarak düelloya layık olmadığını gösterir. Ölümü ÖEST’nin bir diğer üyesi olan Elle Driver’ın elinden olur. Bir yılan tarafından ısırılır ve onursuzca (bir samuraya yakışmayan biçimde) yerde kıvranarak ölür.
Burada Bud’un Beatrix’i tuzağa düşürerek, canlı canlı toprağa gömmesi üzerine düşünelim. Bud, Beatrix’in intikam (özgürleşme) yolculuğunda karşısına çıkan ilk eril rakiptir. Karşılıklı bir düello’yu değil, tuzak kurmayı tercih etmiştir. Bu anlamda diğer kadın rakiplerden daha güçsüz olmasına rağmen kalleşliği ile Beatrix’i avlar. Üstelik onun için şerefli bir ölüm yerine onu canlı canlı gömmeyi tercih ederek aşağılar. Beatrix erkeklerin dünyasında hayatta kalabilmenin cesurca kendini ortaya koymayla, yüzleşmeyle, karşı çıkışla, meydan okumayla mümkün olmadığını öğrenir. Bu dünyada erkeklerin en büyük gücü cesaret değil tuzaktır. Beatrix’in toprağın altından çıkışı yeniden doğuşunu simgeler. Bu yeniden doğuş intikam macerasındaki yeni bir dönemeç olarak Beatrix’in önemli bir şeyin farkına varmasıyla mümkün olabilmektedir. Bu hocası Pei Mai’in (Gordon Liu) daha ilk derste öğrettiği iradedir. Tahtaya yumruk atarken tahtadan değil tahtanın ondan korkmasıdır bu irade. Kendi içindeki gücün farkında olma hali.
Pei Mai anlatı içinde kurulu tahakkümün zirvesindedir. Bill’in hocasıdır ve ÖEST’nin bütün üyeleri onun katı disiplininde bileylenerek yetişir. Eğitim yenilmez savaşçılar olabilmeleri için gereklidir. Ancak başka bir işlev daha üstlenir. Bill tıpkı çocuğunu okula bırakır gibi teslim eder Beatrix’i Pei Mai’nin tapınağına. Burada boyun eğmeyi, burnu büyüklükten, kendini beğenmişlikten arınmayı, sorgusuz sualsiz itaati öğrenecektir. Böylece Bill için mükemmel bir eş olabilecektir. Daha ilk derste Pei Mai beklentisini acıyla öğretir.
Yeniden dirilen Beatrix Bud ile hesaplaşmak için karavana döner. Ancak asıl karşılaşma Elle Driver (Darly Hannah) nam-ı diğer Kaliforniya Dağ Yılanı (California Mountain Snake) ile Beatrix arasında olacaktır. Elle tam anlamıyla Beatrix’in aynadaki yansımasıdır. Sarışındır, alımlı ve çekicidir ve en önemlisi ölümcüldür. Beatrix’in ÖEST’ten ayrılmasından sonra Bill’in en has çömezi, sevgilisi olmak niyetindedir. Ancak Beatrix yaşadıkça bunun mümkün olmayacağını bildiğinden onun ölmesini en çok isteyendir. Ancak Bill Elle’in bu rol için uygun olmadığını düşünmektedir. Çünkü Elle’in eğitimi başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Ukalalığı yüzünden Pei Mai tarafından bir gözü çıkarılarak cezalandırılan Elle, ustasını zehirleyerek intikamını almıştır. İtaat etmemiştir, başkaldırmıştır, yeterince güvenilir ve sadık değildir. Beatrix’in yerini dolduramayacaktır. Beatrix komadayken hastaneye gelerek onu kolayca öldürebilecekken Bill tarafından engellenmesi tam da bu yüzdendir. Elle ve Beatrix arasındaki düello çetin ve kanlı geçer. Bu düello Beatrix için geçmişteki kendisiyle karşılaşmaktır bir anlamda. Kendisiyle dövüşür ve onu kör eder.
Beatrix listedeki son isim olan Bill’e ulaşmak için Bill’in babasını ziyaret eder. Bill’in babası başka bir tahakküm alanında yer tutmuştur. Kendisi eski bir genelev işletmecisidir. (“Eğer gençken karşılaşsaydık, benim bir numaralı kadınım olurdun,” der Beatrix’e) Baba Bill’in yerini söyler. Bill bulunmak istiyordur çünkü elindeki ‘silah’larla Beatrix’in intikam ateşini söndürebileceğini düşünüyordur. Beatrix Bill’i bulduğunda duygusal bir şok geçirir. Kızı ölmemiş, Bill (babası) tarafından büyütülmüştür. Böylece intikam yolculuğunun temel motivasyonu yara alır. Bu noktada Beatrix’in bir seçim yapması gerekmektedir. Eğer Beatrix Bill’i öldürmekten vazgeçerse, kızı ve sevdiği adam ile birlikte kolay bir yaşam kurabilecektir. Ancak bu bütün yolculuğun boşa yapılmış olduğu anlamına gelecektir. Bill’in tahakkümü altında ‘mutlu’ bir hayat uğruna mı bu kadar eziyet çekmiş, onca kan dökmüştür? Bill’i öldürürse yolculuğu devam edecek, kızı ile birlikte zorlu bir yaşam kurmak zorunda kalacaktır. Çocuğunun babası Beatrix’den tahakkümü kabul etmesini ister. Bunu yaparken de en zayıf noktasından vurur onu. Bir kadının tahakküm altına girmeye ikna eden en güçlü sebepleri gösterir: Sevgi, şefkat, güven vaadi. Beatrix’i sevmektedir. Terkedilmenin verdiği hayal kırıklığıyla onu başından vurduğu anda en ‘mazoşistik’ haliyle büyük bir acı çekmiş, tepkisinin şiddetiyle ona olan aşkının büyüklüğünü göstermiştir. Şimdi herşeyi geçmişe gömerek bir aile kurmanın vaktidir. Beatrix kılıcını Bill’e vermelidir.
Beatrix Bill’i öldürerek anlatının sadece intikam üzerine kurulu olmadığını işaret eder. Ancak bu sayede film bütünüyle bir kadının özgürlük istencinin, erkek egemen bir toplumda tahakkümden kurtulma savaşının dışa vurumu olarak okunabilir. Eğer ölüm listesini tekrar gözden geçirirsek:
O-Ren ile düellosu, erkek egemenliği içinde oyunu kurallarına göre oynayarak (kadınsılığını feda etmek uğruna) efendi konumuna gelen bir kadına karşı kendini kanıtlama çabasıdır. Yolculuğun daha ilk durağında bu yolculuğu yapmaya kadir olduğunu göstermelidir.
Vernita ile düellosu, kendine sunulan (ve bir an için kabullendiği) ideal hayat (güvenli yuva) ile bağlarını koparmasıdır. Huzurlu ev, sevgi ve şefkat dolu bir hayat zaten bir katil (Bill ona ‘natural born killer ” der. Doğuştan katil olmak burada taşıdığı özgürlük potansiyelini işaret eder) olarak doğan Beatrix’in doğasına uygun değildir. Ancak bunu kendine göstermesi gerekmektedir. Elle ile düellosu, eski hayatıyla olan hesaplaşmasıdır. Bir anlamda kendisinin açık bir yansıması olan kadını kör ederek, artık başka biri olduğunu ispat eder. Bill ile düellosunda (ki en kısa sürenidir) sevdiği adamı, çocuğunun babasını öldürerek, onu tahakküm altına alan sevgi, şefkat ve güven uğruna özgürlüğünü feda etmeyi reddeder..
Yolculuk sona erdiğinde bir otel banyosunda yerde yatan Beatrix sinir krizi geçirir (kimse özgürlüğün mutluluk getirdiğini söylemedi). Kızı televizyon seyrederken o banyoda hem gülmektedir hem ağlamaktadır. Kızına kavuşmuştur, intikamını almıştır, daha önemlisi artık kimse hayatı, bedeni, ve geleceği üzerinde hak iddia edemez (kılıcı hala yanındadır). Ancak özgürlüğün bedeli, en sevdiği arkadaşlarının ve aşık olduğu adamın ölümü olmuştur. Sevdikleri aynı zamanda onun erkek egemenliğinin tahakkümü altındaki yaşamını oluşturan, onu o yaşama bağlayan unsurlardır. Bill karakterinin Beatrix’in hayatında nasıl konumlandığına bakarsak bu daha iyi anlaşılır. Öncelikle Bill erkeğidir (ev hayatı: koca, eş, sevgili). Bill işverenidir (iş hayatı: patron). Bill ustasıdır (eğitim hayatı: hoca, öğretmen). Son olarak Bill babasıdır (Bill ona her zaman Kiddo/Çocuk diye hitap eder. Beatrix evlenmek üzere olduğu adama Bill’i babası olarak tanıtır). Bill’i ve onunla ona ulaşmak, onunla yüzleşmeye hazırlanmak için ilişkili kişileri öldürmek, Beatrix’i bütün bu verili toplumsal rollerden özgürleştirmiştir.
Bu anlamda Tarantino’nun dediği gibi bu film vahşi sürtük filmidir. Çünkü Beatrix toplumun verili kurallarına, ataerkilliğin yasalarına sorgusuz baş eğmediği için bir vahşidir. Erkek söyleminde ‘sürtük’ erkeğin isteğini yerine getirmeyen, başına buyruk, namus ahlak tanımayan kadınlar için kullanılır. Bu kavram tıpkı ‘katil’ gibi içinde pozitif anlamda bir özgürlük istenci taşır. Sürtük uyum sağlamaz, kendisine dayatılanı kabullenmez, erkeğin şiddeti karşısında pısıp kalmaz. İşte bu anlamda Beatrix vahşi bir sürtüktür.
Uma Thurman’ın “Bu film bildik bir konuya dayanıyor. Bir kişi kendisine yapılan haksızlığın acısıyla ölümden hayata dönüyor, intikamını almak için daha güçlü daha gözükara bir ruh haliyle korkusuzca savaşmaya başlıyor. Tek fark ise bu kişinin ‘sizin’ tipik erkeklerinizden biri değil, bir kadın olması.” derken yanıldığı iddia edilebilir. Çünkü karakterin tipik bir erkek değil bir kadın olmasının yarattığı o ‘tek fark’ filmi bir intikam filminden bir özgürlük mücadelesine çeviriyor. Bu tek fark statu quo’yu, varolan ataerkil kurallar bütününü yapı-bozumuna uğratarak karakteri kadının özgürlük istencinin bir dışa vurumu ve bedeli ne olursa olsun bu istencin sonuna kadar peşinden giden ilerici bir rol modele dönüştürüyor. Eğer karakter bir erkek olsaydı bunların tam tersini söylemek durumunda kalacaktık.
Holywood’da ‘güçlü kadın’ temsillerinin değişimini izlerken Bill’i Öldür önemli bir yere oturuyor. Çünkü bu bir kadının yönetmenliğini yaptığı “toplumun kanayan yaralarına” parmak basan bir film değildir. Çünkü bu bir yönetmenin yaptığı bir vahşi sürtük filmidir. Kadının kamusal alandan dışlanmışlığı, kapatılmışlığını, erkek karşısındaki edilgenliğini dert edinen bir film değildir. Erkeğin malı olarak gördüğü bedene yaptığı büyük bir kötülükle (evlilik provası sırasında hamile bir kadının beynine bir kurşun sıkılması) fitili ateşlenmiş bir intikamın öyküsüdür. Kadının erkeğin cüretkarlığı karşısında (Bill’in olayı tek çıklama biçimi “fazla tepki göstermiş olabilirim,” olur) silkinişi ve ona haddini bildirmesidir (beynini dağıtmaya niyetlenen adamın kalbini parçalar). Bu tavırla kadın, erkek şiddetine maruz kalan diğerlerine bir yol gösterir: Sana vuran adam karşısında korkma! Sen daha şiddetli vur. Elbette simgesel bir mesajdır bu ama erkeğin iktidarını temellendirdiği kadın üzerindeki en belirgin üstünlüğünün, fiziksel üstünlüğünün ne kadar kırılgan olduğunu gösterir.
Bu anlamda Beatrix karekterinin Holywood filmlerinde kadın temsilleri açısından farklı bir rol model olduğu söylenebilir. Erkek egemen düzende verdiği varolma mücadelesi sırasında erkeklerin araçlarını kullanır . Vernita’ya “Ben de eksik olan acıma, merhamet ve affedicilik; mantık değil,” der. Ancak bu O-Ren gibi erkekleşmesini zorunlu kılmaz. Feminendir, annedir, belki serttir ancak yumuşayabilir. Kadınsılığı erkek bakışı tarafından nesneleştirilebilir. Ancak o hayal edilemez, ulaşılamaz, tehlikeli ve biricik bir nesne olabilir. Öte yandan kaç erkek Beatrix’in intikam ateşiyle verdiği kanlı özgürlük mücadelesinden, zorluklar karşısındaki kararlılığından, ölüme karşı inadından kendini soyutlayarak dikkatini Uma Thurman’ın güzel bedenine verebilmiştir?