Aydınlanma geleneği ile ivme kazanan, ‘kültür’ kavramının tarihte yolculuğu, ve günümüzdeki kavramsallaştırmaları her zaman sorunludur. Kavram tarihsel olarak çok yeni olmakla beraber, geçirdiği evrim çok hızlı ve köklüdür. Kültür’ün anlamlarındaki değişim, kendisi ile aynı zamanlarda gelişen ‘toplum’, ‘ekonomi’ ve ‘uygarlık’ kavramlarıyla etkileşim içinde oldu. ‘Kültür’, bu süreç içinde eskiden kullanıldığı gibi hayvan ve bitki ürünlerinin yetişmesi anlamından sıyrılarak önceleri insan yeteneklerinin gelişimi, daha sonraları ise, bireyin din, sanat, aile ve kişisel yaşam ile olan ilişkilerinin, bir nevi ‘iç’ değerlerinin gelişme sürecini tanımlayan bir kavram olarak düşünüldü. Bununla birlikte, Descartes’cı pozitivizmin (kartezyen gelenek) eleştirilmesi ve bu eleştiri içinde insanın kendi tarihini yapan bir varlık olarak tanımlanması ile birlikte ‘kültür’, bütün yaşam biçimlerini kapsayan bir süreç olarak tanımlanmaya başlandı.[1] Bununla beraber, kültür ‘yaşam biçiminin tümü’ olarak alındığında ortaya üstesinden gelinmesi hiç de kolay olmayan bir sorun çıkmaktadır. Kültür’ün bu şekilde bir toplumsal kategori olarak belirlenmesi, ekonomik ve siyasal dinamiklerin, ilişkilerin ve mücadelelerin tamamıyla çalışma alanı dışına itebilir. Kültürel hayatla ekonomik ve siyasi hayat arasındaki belirleyici ilişkileri görmezlikten gelinebilir. Williams’a göre, yaşam biçimlerinin tümü tanımlamasını toplumun yapısal özellikleri içinde, özellikleriyle birlikte, bu özellikleri arka plana itmeden birlikte inceleyip birlikte bağıntılı olarak ele alınmalıdır.[2] Kültür toplumsal yaşamın her yanını içerir, ancak kültürü anlayabilmek siyasal, ekonomik ve teknolojik ilişkilerin ve yapılarla olan ilişkileri üzerinden mümkün olabilmektedir. Bu çerçevede televizyon başlı başına bir kültürel sistem olarak kavranabilir mi?
Kültür üzerine üç temel varsayımda bulunulabilir. Birincisi, insanların birarada yaşadığı yerde kültürden söz etmek mümkündür. İkincisi, farklı toplumlar farklı kültürlere sahiptirler. Son olarak, bireyin kişisel gelişimi ve diğer bireylerle olan ilişkileri kültür tarafından belirlenir. Ancak bu belirlenim parçalı ya da sosyal gerçekliğin bir kısmı olarak alınamaz, çünkü kültür kavramı tüm ekonomik siyasal ve teknoloji temelli ilişkileri kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Bu anlamda kültür, tüm sosyal yapıları içinde barındıran kurumsallaşmış bir düzeyde tanımlanabilir. ‘Yapılar’ ile ‘kültür’ arasındaki geleneksel ayrım ortadan kalkar ve tüm yapılar kültürel ürünler olarak analiz edilebilir. Toplum ile kültür arasındaki bu dolaysız bağ, sosyal davranışın tümüyle bir değerler sistemi ve kültürel ürünler üzerinden belirlendiğini varsayar. Kurumlar, davranış yapıları, norm sistemleri, ve toplumsal modeller, bu değerler ve semboller kümesi içinde anlamlı hale gelirler.
Kültür, belirli bir toplumda, bireylerin ve grupların içinde geliştiği, deneyimler, bilgi dağarcığı, inanışlar, değerler, davranışlar, anlamlar, hiyerarşiler, zaman anlayışı, mekansal ilişkiler, materyal nesneler ve dünya görüşleridir. Bu anlamda değişik kültürler, değişik kimlikler yaratır.
İdeoloji bu çerçeve içinde sosyal işleyişin bir yorumu olarak toplumsal yapının her düzeyinde işlerlik kazanabilir. İdeolojik kurumlar ve aygıtlar, sosyal kabullenmeleri belirgin hale getiren, konumlanmaları güçlendiren, baskıcı ya da özgürleştirici yapılardır. Bunlar mevcut iktidar ilişkileri içinde, söylemsel ve söylemsel olmayan şekillerde var olabilirler. Bir kurumlar kümesi oluşturarak birbirleri üzerinde etkili olabilir, birbirlerinden, yarattıkları kendilerine özgü kimliklerle ayrılabilirler.
Kültürel kimlik, birbirini tamamlayan iki olguya işaret eder; belirli bir kültür ya da alt-kültür içinden tanımlanma ve diğer kültürlerin etkileriyle değişime uğrama. Bu anlamda kültürel kimlikler kendi içine kapalı bir çevrede oluşmazlar. Tüm sosyal süreçler gibi, başka kültürel değer sistemleri ile etkileşim içindedirler. Kültürel sistemler birbirlerinden farklılıklarıyla ve kendi içsel mantıklarıyla tanımlansa da, diğer kültürlerle birçok benzerlikler gösterir. Bununla birlikte özellikle ulusal kültürel ilişkiler düzeyinde, bu ilişki tek yönlü, ve sınırlayıcıdır. Örneğin Amerikan dizilerinin Üçüncü Dünya ülkeleri kültürleri üzerindeki etkileri bu tek yönlü ilişkiye işaret eder.
Bütün bu argümanlar çerçevesinde yukarıdaki soruyu tekrar sormak gerekir. Televizyon kendi başına bir kültürel sistem olarak kavranabilir mi? Bu sorunun cevabı antropolojik bir temel de ‘evet’ olabilir. Clifford Geertz Bir Kültürel Sistem olarak Din (Religion as a Cultural System) adlı makalesinde, kültürel sistemi şöyle tanımlar; kültürel sistem, içinde yaşayan insanların halet-i ruhiyesini (mood) ve güdülerini (motivations) belirleyen, kavramları ve tanımları belirli bir düzende formüle eden, bu kavramları bir sahilik atmosferiyle kaplayan, bir sembolik sistemdir.[3]
Bu sembolik sistem içinde gerçeklik yeniden üretilerek bir temsil alanı yaratılır. Böylece insan kendisine verili olmayan gerçekliği semboller ve temsiller aracılığı ile üretir. Bu süreçte dil etkin bir rol oynar. Bununla birlikte yaratılan bu sembolik sistem ve onun temsil alanına aktarımı bir kültürel sistem içinde bütünleşir. Geertz sembollerin iki ayırt edici özelliğinin altını çizer. Birincisi sembollerin yer değiştirebilme kapasitesidir. Semboller gerçekliğin bulunmadığı yerde, yani gerçek nesnenin bulunmadığı alanda onun yerine geçer ve onu temsil eder. Yer değiştirme iki şekilde olur. İlk olarak sembol, gerçeklik ile tümüyle aynı anlamda kullanılır. (symbols of reality). İlişkinin diğer yönü ise sembolik formun gerçeklik için bir model teşkil etmesidir. (symbols for reality). Bu çerçeve içinde, ‘ev nedir?’ sorusuna bir ev resmi göstererek cevap verilmesi sembolik formun gerçeklik ile kurduğu ilişkinin ilk yönünü oluştururken, bir ev yapmak isteyen bir kişiye ev resmi verilmesi ilişkinin diğer yönüyle ilgilidir. Sembollerin ikinci ayırt edici özelliği, üretkenlik, sınırlı sayıda sembolle, sonsuz sayıda temsilin üretilebilmesidir. Buna en iyi örnek her biri birer sembol olarak tanımlanabilen harfler ile kelimelerin oluşturulması; ve bu kelimelerle sayısız cümlenin kurulabilmesidir.[4]
Bu tanımlamaların ışığında kültürel sistem, dil üzerinden kurulmuş sembolik formların bir bileşeni gibi kavranır ve bütün çatışmaların, uzlaşmaların ve diğer sosyal davranışların bu sembolik formların içinde ve yine bu sembolik formların arasında gerçekleştiği düşünülür.[5] Televizyon, bu anlamda kendine has bir dili kullanarak, sembolik yapılar üreten, ve bu yapılar üzerinden bir temsil alanı oluşturan bir kültürel sistem olarak kavranabilir. Televizyonun yarattığı semboller, gerçeklikle tümüyle aynı anlamda kullanılarak, geniş bir yelpazede gerçek yaşantılar hakkında inanç ve davranış normları sağlayan ve bütünlüğü olan sembolik bir dünya oluşturma sürecinde rol oynar. Televizyonu yarattığı özgül bir dünya görüşü, bir değerler sistemi ve bir sembolik temsil alanıdır. Bu anlamda televizyon ne bir ‘pencere’ ne de sadece var olanın temsilidir. O kendi başına bir dünya, bir kültürel sistemdir.
Televizyon insanların dünyayı anlamlandırmaları, nesneler hakkında fikir sahibi olmaları için, kendi içinde örgütlediği ve düzenlediği bir düşünceler kümesi kurar. Bu düşünceler kümesi, deneyimler, bilgi dağarcığı, inanışlar, değerler, davranışlar, anlamlar, hiyerarşiler, zaman anlayışı, mekansal ilişkiler, materyal nesneler ve dünya görüşlerini içerir. Böylece birey bu düşünceler kümesi içinde, olayları ve olguları açıklayabilme yeteneği kazanır. Tıpkı din gibi, televizyonda, insanların toplumsal yaşam içinde karşılaştıkları problemlere çözümler sunar, onun değişik olaylar ve olgular karşısındaki davranışını yönledirir. Daha önce belirttiğim gibi televizyonun yarattığı gerçeklik –ya da sembolik evren, tamamıyla doğallık ve nesnellik iddiası taşır.
Televizyonun bir kültürel sistem olarak kavramsallaştırılmasının altında, onun da tıpkı din, mit ve ritüel gibi, kendine has bir değerler bütününe sahip olduğu fikri yatar. Televizyon kültürü tıpkı diğer kültürler gibi kendi dışındaki gerçekliklerle sürekli etkileşim halindedir, ve değişkendir. Televizyonun bu şekilde kavranması, dikkatleri, onun bir kültürel sistem olarak, toplumdaki diğer sembolik sistemlerle ilişkisi üzerine yoğunlaştırır. Televizyon bir kültürel sistemse eğer, toplumsal içindeki yeri ve etkisi nedir? Bu kültürel sistem içinde yaşayan bireylerin kimlikleri nasıl şekillenir?
Son yıllarda, yukarıdaki sorular, büyük ölçüde postmodern tezler ve bu tezlerin eleştirisi çerçevesinde tartışılmaktadır. Postmodern terimi endüstri toplumlarının ekonomik, sosyal ve kültürel yapısındaki temel bir değişikliği işaret etmektedir. Postmodern tartışmalar endüstriyel toplumlardaki temel ve yapısal dönüşüm sürecinde televizyona büyük bir önem atfederler. Öyle ki televizyon bir kültürel sistem olarak, geçmiş toplumla bugünün toplumu arasındaki temel farklılıktır.
Postmodernizm, temel olarak Fransız sosyolog Boudrillard’ın tezleri üzerinden tartışılır. Bourillard’a göre, postmodern toplumda ‘yapısal değer yasasının’ hüküm sürer. Buna göre imge ve gerçekliğin farklı varlıkbilimsel statülerini kaybettiği aralarındaki tüm farklılıkların silindiği taklit (simulacrum) modellerin dünyayı oluşturduğu bir döneme girilmiştir. Modeller ve kodlar gündelik yaşamı yapılandırmaya başlar, ve taklitler toplumunda kodun mevcut duruma uyarlanması bir ilişkiler sistemi oluşturur.[6] Taklitin ürettiği şey üst-gerçekliktir (hyper-reality). Taklit gerçekliği değil, imge ile gerçeklik arasındaki farklılığı reddeder. İmge, gerçeklik, gösteri, sansasyon ve anlam bu kavramda içe-patlamışlardır (implosion).[7] Bu anlamda üst-gerçeklik hem içinde yaşadığımız gerçeği, hem de onunla ilgili algılarımızı ve deneyimlerimizi tek bir kavram olarak tanımlayarak postmodern durumu oluşturur.
Bir gerçeklik yaratma iddiasında olan televizyon, gerçeklikten farklı olmadığını ve gerçekliğin temsilini öncelediğini vurgulayarak postmodern özellikler gösterir. Örneğin, bir cinayet olayı ile ilgili bir haber, gerçektende ne olduğuna ilişkin farklı imgeler içerebilir.
“Stüdyodaki sunucu, olay yerine giden muhabir, olayın gerçekleştiği mekandan görüntüler, editörün uygun gördüğü arşiv görüntüleri, kurbanın aile veya mezuniyet fotoğrafları, bir ‘uzman’ tarafından yapılan yorumlar, kurbanı ve katili tanıyan insanların yorumları, bilgisayar grafikler vs. olay ile temsiliarsındaki ilişkiyi karmakarışık bir hale sokar.”[8]
Söz konusu olan gerçek bir cinayettir, ancak televizyon yeni bir olayı temsil etmekten çok bildik görüntüleri yeniden üretiyor gibidir. Bu anlamda cinayet bir taklittir, çünkü temsiliyle birliktedir ve dolayısıyla farklı temsil biçimleri (arşiv görüntüleri, canlı görüntüler, bilim adamlarının görüşleri) arasında bir çelişki yoktur. İmge ile göndergesi arasında bir farklılık yoksa eğer, imgenin gerçekliğini sınayabileceğimiz doğru bir temsil biçiminden söz edilemez. Her imge ve her temsil diğerleri kadar doğrudur.[9]
Birçok postmodernist argüman televizyon için uygulanabilir, çünkü televizyon modern toplumlarda imge üretiminin temel kaynağı durumundadır. Bu durum, televizyonun kurduğu gerçekliğin, toplumdaki diğer tüm gerçeklikleri ve ‘gerçekten olanı’ baskı altına almasına, onu yeniden üretmesine yol açar. Dolayısıyla televizyonun simgesel dünyasının dışındaki herşey bulanıklaşır. Televizyon toplumun tümünü kaplar hale gelir. İşte postmodern durum tam da böyle bir dünyayı niteler.
Postmodern kültür ya da televizyon kültürü parçalıdır. Yüksek ve aşağı kültürler arsındaki ayrımı yok eder. Geleneksel kültürleri yeniden üreterek deforme eder. MTV bu özelliğine iyi bir örnektir. MTV’de birbiri ardına kısa aralıklarla değişen görüntü ve müzikler, farklı kültürlerden birçok ögeyi içinde barındırır. Ancak bu ögeler gerçekte olduklarından farklı temsil edilirler. Ancak bu farklılık bir noktadan sonra bir anlam ifade etmemeye başlar, ve kültürel ögeler televizyonda göründükleri hale dönüşürler.[10]
Televizyon, tıpkı postmodern kültür gibi kendine referans verir. Örneğin bir haber, o habere ilişkin eski haberlerle birlikte sunulur. Eski haberin temsilleri (görüntü akımlarının programlanması), sunulan haberin de temsiline dönüşür. Bu anlamda televizyon kendi kendini besler ve anlamı sürekli kendi üzerinden kurar.[11]
Sonuç olarak televizyon postmodern bir kültürel sistemin arketipi olarak kavranabilir. Tıpkı bir kutsal kitabın bir dinin merkezine yerleşmesi gibi, bu kültürel sistemin içine gömülmüştür. Toplumdaki tüm anlamlar, düşünceler, değer sistemleri, televizyonun ekranından yansır. Birey, toplumsalla bu ekran aracılığı ile iletişim kurar. Televizyonda görünen ile gözle görünen arasındaki ayrım böylece silinir. Bireyin günlük hayatta gördüğü, televizyon ekranı dolayımıyla anlamlandırdığı şeyin aynısıdır. Bu anlamda televizyon postmoderdir.
Referanslar
[1] Williams, R. (1977), Marxism and Literature, (Londra: Oxfort University Press, sf: 17-18
[2] aktaran Alemdar, K., & Erdoğan, İ., (1994), Popüler Kültür ve İletişim, (İstanbul: Ümit Yayıncılık), sf: 170
[3] Geertz, C., (1973), The Interpretation of Cultures, (New York: Basic Books), sf:92
[4] Geertz, C., (1973), a.g.e., sf:94-95
[5] Geertz, C., (1973), a.g.e., sf:107
[6] Kellner, D., (1993), “Toplumsal Teori Olarak Postmodernizim: Bazı Meydan Okumalar ve Sorunlar”, Modernite versus Postmodernite içinde, Çev: Mehmet Küçük, (İstanbul: Vadi Yayınları), sf: 227-228
[7] Fiske, J., (1997) “Postmodernizm ve Televizyon ” Medya Kültür Siyaset içinde der : Süleyman İrvan (Ankara : Ark Yayınları), sf: 32-33
[8] Fiske, J., (1997), a.g.e., sf: 35
[9] Fiske, J., (1997), a.g.e., sf: 36
[10] Abercombie, N., (1996), Television and Society, (Cambridge: Polity Press), sf: 38
[11] Abercombie, N., (1996),s.g.e., sf:39