Bu sene yurdun batı bölgelerinde kış biraz hafif geçti ya, küresel ısınma medyamızın gündemine oturuverdi. Aslında gazete ve televizyonların gündemini her daim bir takım trendler belirliyor. Mesela geçen sene okulda şiddet başlığı altında bolca kavga eden öğrenci, yaralanan öğretmen haberleri sundular bize. Sanki daha önce böyle bir şey yokmuş da, birden öğrenciler galeyana gelip birbirlerine, öğretmenlerine saldırmaya başlamışlar gibi. Halbuki 10-15 yıl önceki ortaokul-lise hayatımı hatırlıyorum da, okula silahla gelenler, okul çıkışı kavgalarında bıçaklananlar, tenhada kıstırılan öğretmenler bizim hep gündemimizdeydi. Sonra bu sene açık bırakılan logar kapakları ve çukurlara düşerek ölen insanların çocukların haberleri moda oldu. Şairlerini çukurlara kurban veren, birçok filminde PTT çukurlarını tiye alan bir ülkede yaşamıyormuşuz gibi, buna şaşırmamız gerekiyordu. Konuyu dağıtmayım ama bir çeşit kıyamet gibi sunulan küresel ısınma da bu trend haberlerden başka bir anlam ifade etmiyor. Söz konusu olan dünyanın sonu bile olsa. Neden mi? Şu yüzden:
Kendi türünün, bedeninin ve içgüdülerinin doğanın bir parçası olduğunu unutmuş ya da bilmeyen bir canlı insanoğlu. Doğayı düşman bellemiş, varolma mücadelesini savaşa dönüştürmüş, bir zafer sarhoşluğu içinde yakan, yıkan, öldüren, kirleten, tüketen bir canlı türü. Matrix’deki Ajan Smith’in insanları bulunduğu her ortamı sömüren asalak virüslere benzetmesi boşuna değil. Ama bu hep böyle değildi. Sanayi Devrimiyle ivmelenen üretim ve tüketim şekilleri insanı bu hale getirdi. Sınırsız bir tüketme ve konfor vaadi olan makineleşme gözümüzü kör etti. Birbirimizle savaştık, insanları köleleştirdik, öldürdük. Ne için? Varolmak için, daha iyi bir dünya için, rahat yaşamak, refaha ulaşmak, mutlu olmak için. Şimdi bakın bakalım dünyada kaç kişi bu konforlu, mutlu hayata sahip olabiliyor. Ve dahası gelecekte kaç kişi mutlu olabilecek?
Velhasıl, küresel ısınma bugünün değil, 150 yıl öncenin meselesidir. O zaman tartışılması, anlaşmaların o zaman imzalanması, bugünün o günlerden görülebilmesi gerekiyordu. Ya da şöyle söyleyelim, o zamanlar bunu söyleyenlerin bir dinlenmesi, dikkate alınması gerekiyordu Ama onlar ‘gerici’ydiler, zamanın gerisinde kalmışlardı, ‘yeni dünya’yı göremiyorlardı. Saatte şu kadar hız yapabilen jetleri, bilemem kaç ton yük taşıyabilen tankerleri, gökdelenleri, barajları, silahları, spor arabaları, vinçleri, tünelleri, köprüleri, fabrikaları insan aklının medarı iftarı olarak sunanlar, bununla övünenler bunun bir bedeli olduğunu bilmeliydiler. Bugün kendine “doğa kanalı” olarak sunan televizyonlara bir bakın, insanın doğayı nasıl ezdiğini, boyundurulk altına aldığını övünerek anlatan programlarla dolu. Ancak doğanın adaleti, insanın adaletinden çok daha kesin ve değişmez. Doğaya her yamuğunuzun, her kestiğiniz ağacın, öldürdüğünüz hayvanın, ezdiğiniz böceğin, kirlettiğiniz suyun bir bedeli var. Bugüne kadar hep gelecek nesillere aktarıldı bu bedel. Bize bir şey olmaz dendi ama işte o gelecek de geldi şimdi. Şimdi ödeme zamanı. Şimdi herkes için ödeme zamanı. Çünkü dünyanın büyük bir kısmı bu bedeli zaten ödüyordu azar azar. Önümüzdeki yüz yıl içinde dünyanın büyük bölümünün kuraklaşacağını söyleyenler, geçtiğimiz yüz yıl içinde Afrika’nın nasıl kuraklaştığını bilmiyorlar mıydı? Yoksa Afrika’da ezelden beri açlık mı vardı?
Bir de küresel ısınmaya karşı önerilen tedbirler var. Medya sadece Türkiye’de değil Amerika başka olmak üzere diğer ülkelerde de hala işi sulandırmakta. En büyük görev bizlere düşüyormuş bu felaket karşısında. Ampulünüzü değiştirin (siyasal bir mesaj da olabilir bu), daha az kağıt kullanın, kravat takmayın (kravat takmayınca daha az ısınıyormuş vücut, böylece klimayı daha az çalıştırıyormuşuz), bahçenize bambu ekin, küçük evlerde oturun, organik kıyafetler giyin (benim aklıma asma yaprağı geldi mesela), arazi aracı kullanmayın, toplu taşıma araçlarını kullanın ve daha onlarca tutumluluk saçmalığı. Elimizdeki konfordan en az feragat ederek nasıl yırtarız, artık kaçınılmaz olduğu ayan beyan görünen sonu nasıl birkaç kuşak daha erteleriz hesapları. Aslında işin özünde enerji kullanımını azaltmak için daha az makine kullanmak var. Ama görünmeyen, ya da gösterilmeyen makinelerin hayatımızın kontrolünü ele geçirdiği bilimkurgu filmlerin gerçekleştiğidir. Hala kendini yerkürenin efendisi sanan insanın o makineleri kullanmadan nasıl aciz, zayıf olduğunu görememesidir. Evinde çamaşır makinesi, televizyonu, davlumbazı bozulan insanların, bilgisayarı çökenlerin, elektrikleri, telefonları kesilenlerin acıklı haline bir bakın. Sanki onlarla doğmuşlardır ve onlarsız bir hayat mümkün değildir artık. Bir yandan reklam arası haberlerde tutumluluk öğütleyen medya, öte yandan reklamlarda verir gazı. Daha çok alın, daha çok tüketin, daha çok yiyin, daha çok sıçın. Bir yandan daha az, bir yandan daha çok. İnsanı ‘maymun’ ediyor bu küresel ısınma.
Küçük bir buz kütlesinin üzerinde Şahan Gökbakar’ın ifadesiyle ‘enik’ gibi duran bir kutup ayısı göstererek bizden küresel ısınmaya karşı duyarlı olmamız isteniyor. Havayı, yeri, suyu en fazla kirleten, doğayı en fazla tüketen ABD’nin başkan adayı Al Gore bir belgesel çektiriyor. Zamanımız kalmadı felaket yakın falan diyor. Korkutuyorlar bizi ama unutmamak lazım: en güçlü tüketim motivasyonudur korku. Nitekim hemen ardından yerküremize dost kredi kartı (tüketimin en güçlü aracı) reklamları sokuluyor gözümüze. Doğa dostu çamaşır makineleri, otomobiller birbiri ardına piyasaya çıkıyor. Bu küresel ısınma teranesi, şu eskisini getirin yenisini üç kuruşa verelim cinsinden küresel bir reklam kampanyası olmasın sakın.
Gelişmiş ülkeler önlemler alalım diyor. Daha az enerji tüketelim, daha az fabrika yapalım, fabrikaları daha az kapasiteyle çalıştıralım. Gelişmekte olanlar da şöyle diyor haklı olarak: Siz doğanın içine etme pahasına her türlü savrukluğu yaptınız, bütün limitleri zorladınız, doğayı kendi konforunuz refahınız için feda ettiniz. Şimdi bizden konforu ve refahı doğa için feda etmemizi bekliyorsunuz. Yağma yok. Elli kişinin yaşayabileceği evlerde tek başına 500 kişinin tüketeceği enerjiyi tüketen, her gün garajının önünde bugün jipe mi bineyim spor mu takılayım ikileminde boğulanlar üç kuruş biriktirip 20 yıl vadeyle otomobil hayali kuran kitleye, “toplu taşıma araçlarını kullan” diyor. Yağma yok. “Sen otomobile bindin yıllarca, şimdi ben de binicem” diyor kitle. Haksız mı?
Küre ısınıyormuş umrumda değil. Zamanı gelince nasılsa bir yol bulunur. Sular yükselirse dağlara çıkarız. Fırtınalar çıkarsa yeraltında yaşarız. Yerküre infilak ederse uzaya kaçarız. Elzem olursa kıçımıza mantar tıpa bile takarız. Evet mantar tıpa. Geçen gün gazetelerden biri havaya en fazla karbonmonoksit gazını hayvan ve insan osuruğunun yaydığını yazmış. Demek ki tıpkı fabrikalarda olduğu gibi insanın bacasına da filtrelerin, tıpaların takılacağı günler yakındır. Doğaya bunu yapan insanın değanın bir parçası olan bedenine tıpa takması çok uzak bir ihtimal olmasa gerek. Ancak endişelenmeyin. Onu da taksitle satacaklar.
Yazan: Özgür Kurtuluş
Mayıs 2007, Tam Macera Dergisi