“İktidar her yerdedir” der Michel Foucault. Foucaultcu düşüncenin temel taşlarından biri olan bu sav, tarih çalışmalarından sosyolojiye; siyaset biliminden kültür araştırmalarına ve elbette medya üzerine yapılan çalışmalarda etkili olmuştur. Hemen herkesin üzerinde anlaştığı konu Medyanın, ama özerk ama baskın bir kuvvetin aracı olarak bir iktidar kaynağı olduğudur. Üzerinde tatrtışılan Medyanın iktidarı kimin adına, ve ne şekilde kullandığı ve bunun toplumsal gerçeklik içinde nasıl anlamlandırılabileceğidir. Bu kısa makalenin amacı iletişim kuramları çerçevesinde medya-iktidar ilişkisini irdelemek değil; Foucaultcu düşüncenin “iktidar” ve “simgesel iktidar” kavramları ekseninde medya çalışmalarına uygulanabilirliğini tartışmaktır.
İktidar üzerine bir çok teori, imtiyazlı bir gurubun çoğunluk üzerinde kurduğu tahakküm modeline dayanır. Marksistler, medyayı kapitalist sistemin zorunlu olarak ürettiği baskıyı ve sömürüyü maskeleyen, bir tür yanliş gerçeklik yaratan bir araç olarak görme eğilimindedirler. Örneğin, Noam Chomsky medyayı demokratik politik yapıyı içerikten yoksun soyut bir kavram olarak topluma kabul ettiren bir güç (iktidar) olarak görür.[1] McKibben, medyanın etkisiyle İngiliz işçi sınıfının hayatının sınıfsal bilinçten uzak, futbol, güvercin yetiştirmek ve kumar oynamak üzerine kurulu olduğunu iddia eder.[2] Bununla birlikte Marksist düşünce içinde yukarıdaki düşüncelerden ayrılan, ancak yine de medyayı kaptalist sistemi toplumsal hereketlilik içinde üreten ve yeniden üreten bir kurum olarak görme eğilimi taşıyan görüşler vardır. Althusserci düşüncede medya, ideoloji ekseninde tanımlanır. Buna göre medya devletin baskıcı aygıtlarının tam karşısında ideolojik bir aygıt olarak konumlandırılır. Buna ek olarak, medyanın etkisi hiç de toplumsal hareketliliği sistem içinde kontrol etmek için yanlış bilinç üretmek değil; bilinçsizce üretilen kategoriler sayesinde temsilin ve deneyimin koşullarını yaratmaktır.[3]
Foucault (medyada) iktidarın işleyişini hierarşik ve dikteci olmayan daha geniş bir perspektiften inceler. Ona göre iktidar, yukarıdan aşağı tek yönlü uygulanan, baskıcı ve mutlak bir kavram değildir; İktidar tabanda üretilir. Yönetilenler ile yönetenler arasında ikili ve bir tarafın sürekli ezildiği diğer tarafın da ezdiği türden bir ilişki değildir. İktidar, toplumsal (ve elbette bireysel) ilişkiler ağı içine dağılmış, ve söylem üzerine kurulmuş bir yapıdır. Ancak bütün bunlar iktidarın eşitlikçi olduğu ve sadece tabandan yukarı doğru tek yönlü olarak uygulandığı anlamına gelmemelidir. Foucault’nun söylemek istediği, iktidarı uygulayanlar kadar, maruz kalanlarında işleyişe aktif olarak katıldıkları, ve iktidara karşı her zaman bir direnişin mümkün olduğudur. Bu anlamda iktidar basitçe baskıcı olarak tanımlanamaz. İktidar ilişkileri doğasında direnişi de barındırdığı için üretkendir de. [4] Bu son nokta özellikle medya çalışmaları için önemlidir, çünkü medya kadar izleyicilerinde iktidar ilişkilerine aktif olarak katıldığını öngörür. Eğer bu çözümleme geçerli ise Gramsci’nin hegemonya fikri ve medyayı toplumdaki baskın ideolojinin bir aracı ve hatta ideolojinin üretildiği yer olarak gören tüm görüşleri bir yana bırakarak, iktidar ilişkileri milyonlarca izleyiciyide hesaba katarak yeniden analiz edilmelidir.
Foucaultcu düşüncede iktidar ilişkileri birbirine ile sıkı sıkıya bağlı iki kavramla birlikte düşünülmelidir. Bunlardan birincisi iktidar ilişkilerinin hem aracı hem de sonucu olarak kendini gösteren söylemdir. Ancak söylem aynı zamanda iktidarın tek yönlü olarak işlemesinin önündeki engel, bir anlamda bir direniş noktası ve karşı stratejinin başladığı yerdir.[5] Ancak Foucault söylemi sadece dil ve dilbilim ekseninden tanımlamaktan kaçınır. Söylem, sınırları belirlenmiş gerçeklik ve anlam üreten sosyal bilgidir. Bu noktada, Foucault’nun iktidar kavramı ile her zaman birlikte düşündüğü ikinci kavrama; bilgiye geliyoruz. Bu öylesine bir birlikteliktir ki Foucault “iktidar ve bilgi” veya “bilgi ve iktidar” demez; bu iki kavramı birbirine bağımlı kılar: “iktidar/bilgi”. Bilgi, öznelerin kendi hayatlarında ve toplumsal hayat içinde konumlandıkları, nesnelerle ilişki kurdukları yerdir. Bilgi, kavramların ifadelere tabii olduğu, tanımlandığı, belirdiği, değiştirildiği ve transfer edildiği bir alandır. Son olarak bilgi, bilimsel kategorizasyonlardan bağımsız ancak söylemsel pratiklere bağımlı olarak ortaya çıkar ve aynı zamanda, bilgi formları söylemsel pratikleri belirler.[6] İktidar/bilgi ve söylem arasındaki bu karmaşık ilişkiden çıkarılacak sorulardan birisi medya üzerine yapılan çalışmalar için önem taşımaktadır. “Bilginin iktidar ürettiği”[7] ve iktidarın da bilgi ürettiği bir ortamda gerçek nedir? Gerçek iktidar/bilgi ilişkisinden zaman ve mekan içinde değişken ve düpedüz üretilen birşeydir. Öznenin sosyal davranışları, belli söylemsel pratikler içinde iktidar/bilgi ilişkisinden yaratılan doğrular çerçevesinde şekillenir ve harekete dönüşür. Bu anlamda öznenin iktidar üreten kurumlarla, örneğin medya ile, olan ilişkiside değişken, oynak ve tahmin edilemez olmalıdır. Gerçek, iktidar ilişkileri dışında düşünülemez. Her toplum kendi politik rejimi , toplumsal normları ve kuralları içinde gerçekliğini kurar ve bu gerçekliği söylemsel pratiklerle üretmek ve yeniden üretmek için bir takım kurumları kullanır. Aile, din, ordu, yargı vb. birçok kurum toplumsal gerçekliğin iktidar ilişkileri içinden oluşturulduğu birçok kurumdan biridir. Medya’da toplumdaki bilgi akışını kontrol eden kurumlardan biri olarak bu sürece katılır. Ancak Foucault’nun iktidarın işleyiş biçimi ve bilgi ve söylem ile olan ilişkisi göz önüne alındığında toplumdaki her gurubun ve hatta her bireyin bu süreçte aktif olarak yer aldığı ve işleyişin en totaliter yapılarda bile yukarıdan aşağı bir hiyerarşi izlemekten çok iktidar-direniş ilişkisi içinde sürdüğünü iddia etmek olasıdır. Dolayısıyla gerçeğin üretimi toplumsal olduğu kadar da bireysel bir pratiktir. Bütün bunlardan sonra medyayı herhangi bir sınıfın, gurubun veya kişinin toplumu kontrol etmek için “yanlış gerçeklik” yaratan ya da gerçeği maskeleyen bir kurum olarak görmektense, “doğru gerçeklik” diye bir kavramın olamayacağı varsayımından hareketle, toplumun söylemsel pratiklerle iktidar/bilgi ilişkisi içinden gerçek(ler) üretme sürecinde rol oynayan bir kurum olarak değerlendirilmesi söz konusu olabilir.
Peki medya bu süreç içinde nasıl bir rol oynar? Medyanın toplumsal gerçekliğin üretimine katkısı ne şekilde olur? Kanımca iktidar/bilgi ilişkisi toplumdaki her kurumu ve her kişiyi kapsadığı gibi, gerçekliğin üretimi sürecide medyaya özgü değildir. Fakat modern toplumlarda kitle iletişim araçlarının toplum üzerindeki etkisi göz önünde bulundurulursa, medyanın gerçeklik üretimindeki ya da gerçekliğin kurgulanışındaki rolünün toplumdaki diğer kurumlara nazaran daha önemli ve fazlaymış gibi görünmesi doğal karşılanabilir. Yine de böyle bir düşünüş biçimi medyanın toplum üzerindeki etkisini abartmaya, neredeyse toplumsal gerçekliğin üretilmesi sürecinin tek başına medyaya mal edilmesine yol açabilir. Nitekim medya çalışmalarında bu noktadan hareketle medyanın tüm toplumsal gerçekliği anlamada tek kurum olarak öne çıkarılması az rastlanır bir durum değildir. “Medya Kültürü”, “Dördüncü Kuvvet Medya” gibi kavramsallaştırmalar, bu tür çalışmalar içinden çıkmaktadır. Postmodern düşünce içinden internet ve televizyon üzerinden yapılan çalışmalar düşünülürse; “Sanal Toplum”, “Sanal Gerçeklik” gibi kavramların da yine medyanın iktidar/bilgi ilişkisi ve söylemsel pratiklerde gerçekliğin yaratılması sürecinde ön plana çıkarılması çabasının bir sonucu olduğunu da söyleyebiliriz. Bana göre medya, ya da daha geniş bir kavramla kitle iletişim araçları toplumsal deneyimleri, bilinci; ilgi alanlarının ve duyguların yapısını, sosyal ilişkileri, kısaca toplumsal gerçekliği belirleyen olgulardan birisidir.[8] Endüstri toplumunun ortaya çıkması ile beraber iletişimin gitgide çoğalan anlamları ve formları, bugün medyayı bu konuma getirmiştir. İletişimin gitgide çoğalan anlamları ve formlarından kasıt, modern toplumlardaki teknolojik gelişimin bir sonucu ya da etkisi olarak fikirlerin, enformasyonun, mesajların gitgide daha hızlı hareket ettiği, dağıtılmasını ve söylemsel pratiklerin bilgi/iktidar ilişkisi içinde gitgide genişleyen bir alanda etkinlik göstermesini kastediyorum. Bu anlamda kolayca iddia edilebilir ki, medya toplumsal gerçekliğin kurgulanması sürecinde rol oynayan kurumlardan biridir.
“Dil varlığın evidir” der Martin Heidegger. Filozofun kastetdiği, varlığın dil üzerinden açığa çıktığıdır. Bu anlamda dünya dil üzeriden kurulur ve biz hayatta sahip olduğumuz tüm anlamları dile borçlu oluruz. Lacan’ın “Sembolik Düzen olarak Dil” tanımıyla da örtüşen bu önerme, insanın hayatını, toplumsal düzeni ve hatta kendisini dahi dil üzerinden yarattığı sembolik anlamlar yardımıyla kurduğu fikrine dayanır. Bu anlamda bizi dili değil; dil bizi konuşur. İletişim tam da bu noktada önem kazanır ve dilin kullanılması ya da dilin bizi konuşması için yaratılan bir alan olarak tanımlanır. Varlığın ortaya çıkabilmesi için gereklidir iletişim ve iştebu yüzden iletişimin olmadığı bir dünya düşünülemez. Her ne kadar Foucault, söylemin ve söylemsel pratiklerin tanımlanmasında vurguyu dilden çok belirlenmiş sınırları olan bilgi yapılarına yaptıysa da, gerek iktidar/bilgi ilişkisi gerekse gerçekliğin yaratılması dil üzerinden olmak zorundadır ve dil sembollerle (simgelerle) çalışır. Durkheim, Dini Hayatın Temel Biçimleri (Elementary Forms of Religious Life) adlı kitabında bu görüşü destekleyen şu sözlere yer verir. “Toplum, cemaatin yarattığı belli ideallerden oluşan ve duyularımızla algıladığımız dünyaya alternatif kurulu bir yeni dünyadır. Bu dünya yapay sembolik bir düzen içinde araştırmayı değil doğrulamayı, değişik davranış ve düşünceleri değil temel düşünceyi temsil etmeyi ve süregel sosyal işleyişi kanıtlamayı destekler ve kendini dilde gösterir”[9] Toplumsal hayatın dilde simgesel olarak kurgulanışı fikri bizi gerçekliğin yine simgesel olarak kurgulandığı ve iletişim de bu süreçte rol aldığı düşüncesine getirir. Bu anlamda iletişim gerçekliğin üretildiği, yeniden üretildiği, sürdürüldüğüve aktarıldığı simgesel bir süreçtir. Şayet biz anlamları, toplumsal hayatı ve bizati kendi hayatımızı ancak ve ancak dil üzerinden kurgulayabiliyorsak, gerçekliğin üretiminin de dil üzerinden simgesel düzeyde olması mantıklıdır. Bu noktada öznellikten kaçınmak için insanın kurguladığı gerçeklikten ayrı bir gerçekliğin dilden bağımsız olarak varolduğu fikrini de gözden kaçırmamak gerekir. Bununla birlikte insanlar ancak dil üzerinden yaratılan simgesel gerçeklik üzerinden hayatlarına bir anlam verebilir. Buna ek olarak iletişim ve ya daha dar anlamda kitle iletişimi bu simgesel anlamların kurgulaması ve söylemsel pratikler içinde işlevselleşmesi sürecinde toplumun diğer tüm kurumları gibi rol oynamaktadır. Bu çerçeve içinde iktidar/bilgi ilişkisini nasıl değerlendireceğiz? Toplumsal gerçekliği kuran ya da üreten dil olduğuna göre, bunu yaparken kullandığı araç iktidar olmalıdır. Dilin yarattığı semboller ve simgeler içinde medayanın da bulunduğu toplumsal kurumlar aracılığı ile iktidar/bilgi ilişkisi içinde söylemsel pratiklerle bireylere ve elbette bireylerden de kurumlara yansıtılmaktadır. Bu saptamayı yaparken, baskıcı kaba ve doğrudan iktidarın vardığını elbette yadsıyamayız, ancak böyle bir anlayış kavramın çok daraltılmasına yol açabilir. İktidar kendini asıl simgesel düzeyde gösterir. Althusser’in baskıcı devlet aygıtları ile ideolojik devlet aygıtları arasında yaptığı ayrım bu çerçevede incelenebilir.
Yazımıza Foucault’un “İktidar her yerdedir.” savıyla başlamıştık. Şimdi vardığıız noktada görülüyor ki toplumun kendini dil vasıtası ile tümüyle simgesel düzeyde kurduğu düşüncesi, toplumun bireyden başlayarak tüm kurumlarına yayılan iktidarıda simgesel olarak algılamamız gerektiği varsayımına yol açıyor. Toplumsal gerçeklik semboller üzerinden üretilirken, süreç iktidar/bilgi ilişkisi ve bu ilişkinin söylemsel pratiklerdeki yansımaları üzerinden çalışıyor. Bu çerçevede medya, izleyicileriyle girdiği iktidar-direniş ilişkisi de yine simgeler üzerinden düşünüldüğünde bir anlam kazanıyor. Medya bu ilişkide belli sembolik formlar üreterek (elbette izleyici ile olan etkileşim sonucunda) toplumda gerçekliğin kurgulanması sürecine katılıyor ve sembolleri kullanarak ürettiği sonsuz sayıda temsil yardımıyla duygularımızı, ilgi alanlarımızı sosyal ilişkilerimizi hatta kendimizle olan ilişkilerimizi etkiliyor. Bu anlamda simgesel iktidar ailede, medyada, bürokraside, orduda ve diğer tüm toplumsal kurumlarda, bireyin kendisiyle olan ilişkisinde bile gerçekliği belirleyen üretken etmenlerden biri olarak karşımıza çıkıyor.
Referanslar
[1] Chomsky, N., (1989), Necessary Illusions, Londra, pp: vii.
[2] McKibben, R., (1994), The Ideologies of Class, Coersion and Concent içinde der: John Hall, Cambridge, pp: 43.
[3] Curran, J., Gurewitch, m., and Wollacott, j., (1992), The Study of the Media, Theoretical Approaches, Culture Society and the Media içinde, London, pp:11-14
[4] Sheridan, A., (1980), Michel Foucault: The Will to Truth, London, pp: 217
[5] Foucault’dan aktaran, Bristlow, J., (1997), Sexuality, Londra, pp: 178
[6] Foucault, M., (1972), Archeology of Knowledge, çev. A. Sheridan, Londra, pp:182-183
[7] Sheridan, A., (1980), ibid, pp: 220.
[8] Carey, J., (1992), A Cultural Approach to Communication, Communication as Culture içinde, Newyork, pp:13-14
[9] aktaran Carey, J., (1992), ibid., pp: 19
1 yorum
[…] Özdeşleştirici düşünmede kopula (-dir, -dır), “bu böyledir, başka türlü değil” der. Yukarıdan aşağıya kopulanın görsel temsili. https://ozgurkurtulus.com.tr/medya-ve-simgesel-iktidar/ […]