Namaste!

yazan: Özgür Kurtuluş

Bütün bu boyalı dünyada, görüntülerin birbiri ardına akıp gittiği, hafızanın gittikçe sınırlandığı, zayıfladığı bir dönemde insanların canı sanki daha fazla sıkılıyor. Artık herşeyden çabuk bıkıyoruz, hemen yenisi gelsin istiyoruz, bizi eğlendirecek yeni bir şey arayışımız bir türlü sona ermiyor. Belki de bütün suçu televizyona atmak lazım. Şu an ismini hatırlayamadığım eski bir bilim-kurgu filminde görmüştüm. Televizyon yaydığı ışıkla izleyenleri hipnotize ediyor, onları bir çeşit zombiye çevirerek istediği her şeyi yapmalarını sağlıyordu. Çok açık bir mesaj bu ama saçma olduğunu kim söyleyebilir?

İşte bu renkli ama çoğu zaman sinemadan bazen de televizyon ekranından yansıyan bazı görüntüler kitleleri peşinden sürüklüyerek eğlendiriyor. Bunu bir dizi filmi, ya da sinema filminde kurulan ekrana bakan basit edilgen izleyici modelini kırarak gerçekleştiriyor. Film bittiğinde kendinizi eğlenmiş, rahatlamış, iyi vakit geçirmiş olarak hissetmiyorsunuz. Tam aksine meraklı, şüpheci ve kafası karışık bir şekilde koltuğunuzdan kalkıp, bir şeyi araştırmak, birileriyle bu konuyu konuşmak ihtiyacı hissediyorsunuz. İşte böyle filmler insanı daha uzun süreli eğlendiriyor. Bununla da kalmıyor gitgide saplantı haline geliyor.

LOST bunların son örneği. Star Wars, Matrix gibi seri filmlerin, Harry Potter gibi romanların yarattığı “saplantılı” izleyicilik son olarak kendini LOST’da gösterdi. LOST’da diğerleri gibi basit bir popüler kültür ürünü olmaktan çıkıp, insanların üzerine günlerce kafa yorduğu, tartıştığı, üzerinden çeşitli teoriler ürettiği, ticari ürünlerinin milyonlarca sattığı bir duruma dönüştü. İzleyicileriyle yapımcıları arasında bir oyun halini aldı. Her bölümü sabırsızlıkla beklenen, ve gösterildiği andan itibaren tartışmaya açılan, verilen ipuçlarıyla, internet üzerinde gitgide çoğalan yorumlarıyla çözülmeye çalışılan bir bulmaca, daha doğrusu bir muamma oldu. Basit bir eğlence, vakit geçirme vaadini aşarak, saplantı yaratan, konuşulan, hatta onunla yaşanan bir hikaye oluştu. (İnternette 7 gün 24 saat LOST izlemek isteyenlerin kurduğu siteler var mesela) Kimileri belki hiç izlemeden, belki de ortadan sondan yarım yamalak bir-iki bölüm seyrederek açıkca düşman oldular LOST’a. İzleyicilerini boş işlerle uğraşmakla suçladılar, bu ‘saplantı’yı anlayamadılar. Kimileriyse hem sızlanırım hem seyrederim hesabı, bir yandan kıyasıya eleştiriken bir yandan da aksatmadan seyrettiler her bölümünü. Ve LOST izleyicileri, bir ayrıntıyı kaçırmamak için belki her bölümü birden fazla kez seyrederek, internette yapılan tartışmalara katılarak bu kurmaca gizemi çözmek için vakitlerinin büyük bölümünü seve seve feda ettiler.

Aslında LOST izleyicisi dediğimizde aklımızdan çıkarmamız gereken bir şey var. Herkes aynı şekilde izlemiyor bu diziyi. Kimisi bir ‘tür’ seyircisi olarak, dizide birbiri içine giren birçok film türünün ustaca harmanlanmasını izlemekten zevk alıyor. Çünkü LOST, bilim-kurgu, aksiyon, korku, aşk, macera, gizem, fantezi gibi türlerden oluşan bir bileşke. Yapımcıları diziyi suspence (şüphe) olarak tanımlıyor. Sürekli izleyicisinin kafasında soru işaretleri bırakan ve bu soruları cevaplamakta fazla cömert davranmayan bir tür bu. Aksine izleyicilerinin bu soruların cevaplarını diziden başka yerlerde, örneğin tarihte yada bilimde aramaya teşvik eden bir hali var. Nitekim, sadece bir televizyon dizisi değil, bir oyun olmasını sağlayan da bu özelliği. Kimi seyirci ise tıpkı bir soap-opera seyreder gibi, tüm o gizemlere takılmayıp sadece aşk ve güç ilişkilerine odaklanıyor. Entrika ve aşk üçgenleri, beşgenleri etrafında sürüklenip gidiyor.

Bilinmeyen canavarlar, doğa üstü güçler, inanılması güç tesadüfler var bu dizide. Ama işin tuhafı sanki bütün bu bilinmezliğin mantıklı bir açıklaması varmış gibi bir psikoloji içinde seyrediyorsunuz bölümleri. Bu bilinmeyenlerin gerçekten canavar ya da güçlerin gerçekten doğaüstü olup olmadığından emin olamıyoruz bir türlü. LOST seyircisine asla “işte bunlar böyle doğaüstü işler, yaslan koltuğa kafana takmadan rahat rahat seyret” demiyor. İzleyici hep bir mantığa oturtma arayışı, bir açıklama beklentisi içinde kafayı yiyor. Belki seyircilerin çoğunluğu bu muamma adasını yaratan senaristlere küfrediyor, ancak herkesin bildiği Lost’u bu kadar eğlenceli yapan tam da bu anlayabilme beklentisi oluyor.

LOST herkes için bir gizem, bir macera barındırıyor içinde. Meseleye bilimsel bakanlar, paralel evren teorileri, Einstein deneyleri, Schrödinger’in Kedisi, The Valenzetti Equation gibi fizik meseleleriyle, Pentagon’un yaptığı gizli deneyleri harmanlayarak, işe biraz da komplo teorisi karıştırarak dahil olıuyorlar oyuna. Her bölümde çürütülen tezler, üretilen yeni teoriler, gizemli gerçek bilim adamlarının da dahil olduğu tartışmalarla ilerliyor LOST. İşe tarihi açıdan bakanlar, yıllar önce kaybolmuş bir geminin (Black Rock) peşine düşerek, o geminin sahibiyle dizideki karakterler arasında ilişki kurarak, Dharma, Hanso Foundation gibi dizide adı geçen organizasyonların gerçek hayatla bağlantılarını takip ederek izliyorlar diziyi. Ya da her seyirci diziden beklentisine göre karakterlere bağlanıyor. Aşk isteyenlere Jack-Kate-Sawyer ilişkisi, bilim-kurgu isteyenlere Dharma, korku isteyenlere Kara Duman, komedi isteyenlerlere Hugo ya da Sawyer diyalogları, drama isteyenlere Jin ve Sun ya da biraz Desmond, heyecan ve gizem isteyenlere “Diğerleri” ya da Locke maceraları sunuluyor.

LOST’un başka numaraları da var. Otomatik Portakal’dan Matrix’e popüler birçok filme yaptığı göndermeler, sinefillere oyun imkanı sunuyor. John Locke, Desmond David Hume, Danielle Rousseau, Mikhail Bakunin gibi karakter isimleri, siyaset ve felsefeye kafa yoranlara yeni yorum imkanları veriyor. Eğer psikoloji ile ilgileniyosanız, LOST ile Jung psikolojisi arasındaki ilişkiyle ilgili de bir çok yoruma ulaşmanız mümkün. Bütün bunlar flashback ve flashforward’larla desteklenen eni konu sıkı bir kurguyla birleştirilince, ilk bölümü seyredenlerin tahminimce büyük bir bölümü bir daha ayrılamıyor bu adadan. Elini veren kolunu kaptıramıyor yani.

Sonuçta söz konusu olan bir film. Öyle olmasa, bir uçak kazasını sonucunda ıssız (?) bir adaya (?) düşmüş rastgele (?) insanların nasıl bu kadar kolayca hayatta kalabildiklerini (?), bu kazazedelerin nasıl bu kadar temiz, yakışlıklı, çekici, karizmatik olabildiklerini, hepsi kentten gelen bu insanların balta girmemiş ormanlarda hayatta kalmakta, yön-iz-işaret bulmakta nasıl bu kadar başarılı olabildiklerini ya da tüm bu kaza ve sonrası olaylarda nasıl bu kadar temiz, bakımlı ve güzel görünebildiklerini sorgulayabilirsiniz. Ya da belki LOST’un tüm bunlara da bir cevabı vardır. Ancak dizinin sınırsız ve garipliklerle dolu evrenine girdiğiniz zaman böyle gıcık gıcık hata ve mantıksızlık aramanın sadece sizin seyir zevkinize zarar verdiğini fark ederek, “adamlar yapmış, kıl tüyle uğraşmadan zevk-i sefa içinde seyredeyim” de diyebilirsiniz. Ancak bütün bu teori, komplo, etrika, soru-cevap silsilesi içinde başka bir şey daha var. Amerika’da 20 milyona yakın seyircisiyle gelmiş geçmiş en çok seyredilen 5 TV dizisinden biri yapan, Dünya üzerinde hemen her ülkeden daha fazla insana internet (divx sağolsun) üzerinden yayılan, (Şu anda LOST’u takip eden insan sayısını belirlemek mümkün değil) bu fenomenin altında başka bir formül arıyor insan. LOST’u bu kadar sevilir kılan nedir? Çok basit bir soru olabilir mi mesela: Yeni bir başlangıç fırsatın olsa, ne yapardın? Bütün o formülasyonunun, hakkında üretilen bilimsel, büyüsel teorilerin arkasında LOST’u bu kadar sevdiren bu soru olabilir pekala. Geçmişinden türlü belaların pençesine düşmüş, ailesinden, arkadaşlarından darbe yeniş, suç dünyasına karışmış, işkence yapmış, hastalıklarla boğuşmuş, kocasını aldatmış, lanetli bir piyango milyoneri olmuş tüm o karakterlerin ortak noktası, kendilerinden ve hayatlarından memnun olmamaları değil mi? Tıpkı birçok insan gibi onlarda, yeni bir başlangıç, beyaz bir sayfa ile mutlu bir hayat istemiyorlar mı? İşte ıssız ada onlara bu seçeneği sunuyor. Geçmişleriyle hesaplaşmaları, yeni biri olmak için, başka bir hayata başlamak için bir fırsat veriyor. İzleyiciler de böyle bir fırsatı belki de kendi hayatlarında da umarak, karakterlerle kolayca özdeşleşebiliyor. Gerçek insan hikayeleri olmasaydı, bir ıssız ada klişesinden milyonların seyrettiği bir dizi yaratmak bu kadar kolay olmazdı herhalde.

Yazan: Özgür Kurtuluş
Temmuz-Ağustos 2007, Tam Macera Dergisi

İlgili Yazılar

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.