Annemin dayısı ölmüş. Doksan yedi yaşındaymış. Babam dün gece haber vermek için aradığında, varlığını bile bilmediğim bir adamın cenazesine neden katılmam gerektiğini uzun uzun anlattı. Merhum için değil, annem için gelmek zorundaymışım. Annem çok üzgünmüş, tek çocuğu yanında olsun istiyormuş, hem akrabalar ne dermiş, onların cenazesine kimse gelmesin miymiş, sanki ne olacakmış, uçakla bir saatmiş, sabah ilk uçakla gelir, akşama dönermişim. Instagram fotoğraflarını kaydırarak peronda beklerken, personel şefiyle sabah yedi çeyrekte yaptığım telefon konuşmasını düşünüyorum. Yalan olmasın diye dayım değil de annemin dayısının cenazesi diye özellikle söylemiştim. Söylemez olaydım, sesindeki kuşkuyu hissedince, cenazeye neden katılmam gerektiğini uzun uzun anlatırken buldum kendimi: Çok severdim, elinde büyüdüm, bana çok emeği geçti, son görev, hem annem üzüntüden yatağa düşmüş, tek çocuğu yanında olsun istiyor, yarın sabah işteyim, hafta sonu telafi ederim. Bir yalandan kaçarken tek ayak üstünde kırk yalanın belini kırmış bulundum. Dün gece babama, işten sorun çıkarırlar, inanmazlar, durup dururken yöneticilerin güvenini kaybederim demediğim için pişmanım şimdi. Aklıma gelmediği için değil, onun gibi davranmamak için işimi öne sürmedim. İşi söz konusu olduğunda babam için akan sular durmuştur her zaman. Düğünler, cenazeler, yaş günleri, evlilik yıl dönümleri, mezuniyet törenleri, yaz tatilleri her zaman işinden sonra gelmişti çalıştığı zamanlarda. İş öncelikliydi, iş hayat memat meselesiydi, iş gelecekti, diğer her şey ise geçmiş. Şimdi emekli, sanki ne olacak diyor.
Anons yapıldı, yolcular uçağa binmek için sıraya giriyor. Uçak koridorunda birikme olmasın diye koltuk numarası onbeşinci sıradan sonra olanların önde girmesi özellikle belirtildi anonsta. Koltuk numaram 14F olduğu için kendimi şanssız hissettim. Yine de bir sıradan ne olacak sanki diye düşünerek kuyruğun en arkasındaki sarışın uzun bacaklı kadının arkasına yanaştım. Kuyruklara kaynak yapmaya çalışanlar her defasında bana rastlar aksi gibi. Yine öyle oldu. Kaşla göz arasında, sarışınla arama yaşlı bir adam, elindeki kabin bavulunun çekçeğine baston niyetine yaslanarak, belini tuta tuta giriverdi. Üstelik beni hemen arkamdaki genç irisi çocuğa doğru sıkıştırmıştı. Koltuk numaramın 14F olduğuna şükretsin, yoksa ilkesel bir tavırla mutlaka uyarırdım kendisini. Kanıtlanamayan bel ağrısı öne geçmek için bir bahane olmamalı. Biletimi ve kimliğimi kontrol eden kadın görevli sıraya erken girdiğim için beni ayıplarmış gibi baktı yüzüme. Gözümü kaçırmak zorunda kaldım. Ama bilet kontrolünü geçip de, uçağın kapısına doğru yürürken annemin merhum dayısını, işkolik babamı, şüpheci personel şefini, şu an yanından geçtiğim bel ağrısı hızla iyileşen yaşlı adamı ve ayıplayan bakışlı uçuş görevlisini artık kafama takmıyorum. Uzun bacaklı sarışın kadınsa hızlı ve uzun adımlarla benden kaçar gibi hızla yürüyordu önümde. Körükteki o kısa yürüyüş her zaman huzur vermiştir bana; havaalanı işlemlerini geride bırakmanın, uçağa zamanında yetişmenin, birazdan yeryüzüyle tüm bağlantımın kesilecek olmasının verdiği gönül rahatlığı. Havalanınca tüm dertler, kaygılar, hayat gailesi bir süre için bile olsa aşağıda kalıyor, ulaşılmaz oluyorum gökyüzünde. Şimdi uçağın giriş kapısının önündeki kısa kuyruğun arkasındayım. Sarışın kadının hızlı adımları benden kurtulmasına yetmedi, yine önümde. Kapıdaki hosteslerin sıcak karşılamaları eşliğinde içeri girdik. Koridorda sıkışık bir vaziyette bekliyoruz yine. Anlaşılan anostaki uyarıyı umursamayan yalnız ben değilmişim. Yerimi buldum, bugün şanslı günüm olmalı, sarışın kadınla aynı sıradayız. Üstelik aynı tarafta o koridorda ben pencere kenarında.
Belki bir muhabbet açılır umuduyla kulaklığımı takmadım. Yolcular hala koridorda sıkışık düzen yerleşmeye çalışıyorlar. Kadına kaçamak bakışlar atarak pencereden dışarıya, görevlilerin bavulları uçağa yüklemesini seyrediyorum. Bagaj arabasında yığılı bavulları pek de özen göstermeden uçağın altına doğru uzanan hareketli banta fırlatıyorlar. Aralarında yere düşenler oluyor. Biri benim olabilirmiş ve sanki müdahale edebilirmişim gibi dikkatle seyrediyorum düşen bavulları. Hemen yanımda bir hareketlenme hissettim. Kafamı çevirdiğimde saçı sıfıra vurulmuş oldukça şişman bir adam sarışın kadın ile aramızdaki koltuğa sığmaya çalışıyordu. Oldukça şişman demek oldukça kibar bir ifade oldu; basbaya obez, üstelik uzun, iri kıyım bir adam. Gözlerinde yüzünün yarısını kaplayan siyah güneş gözlüğü, kulaklarında koca kırmızı bir kulaklık, üzerinde eskilikten neredeyse şeffaflaşmış beyaz bir tişört, yeşil kargo pantolon ve turuncu-sarı basketbol ayakkabıları. Her şeyi büyüktü bu adamın, korkutucu hatta tiksinti uyandıracak derece büyüktü. Zar zor sığdı sarışın kadınla aramıza. Artık kadını göremiyordum bile, aramıza bir dağ girdi sanki. Bacakları bacaklarımı sıkıştırıyor, omuzları beni pencereye doğru itiyor. Üstelik sarhoş gibi, sabit duramıyor, bir bana bir kadına doğru hacı yatmaz gibi sallanıyordu. Bana yaklaştıkça kesif bir ter kokusu burnuma geldi. Bununla kalsa iyi, artık ne kadar yüksek sesle dinliyorsa müziği, o koca kulaklıklardan dışarı cızırtılı bir gürültü sızıyor, sanırım elektronik tarzda bir şeyler dinliyordu. Adam her duyu organıma rahatsızlık vermeyi başarıyordu.
Yolcular yerleşmişti, güvenlik uyarıları henüz bitmişti ki, sarışın kadın hostesi yanına çağırarak yerini değiştirmek istediğini söyledi. Hostesin talebi kabul etmesi için bir açıklama beklemeden, ortamızda oturan adama şöyle bir göz atması yetti. Kadın kalkınca, adam da kokusunu, cızırtısını ve iri bacaklarını benden biraz uzaklaştırarak diğer tarafa doğru kaykıldı. Ben de yolculuk konforumdaki bu kısıtlı iyileşmeyi fırsat bilerek kulaklığımı taktım ve sakinleştirici bir müzik eşliğinden yeniden pencereden dışarıya bakmaya başladım. En azından içinde bulunduğum rahatsız ortamdan biraz uzaklaşmak, kendi kendime kalabilmek, gökyüzünde olmanın huzurunu yaşayamak istiyordum. Uçağın havalanmasıyla birlikte yeryüzüne dair son tereddütlerde geride kalınca gözlerim hafifçe kapanmaya başladı. Kirpiklerimin arasından son gördüğüm içinden geçtiğimiz bulutlardı.
Üzerimde hissettiğim ağırlıkla uyandım. Kafamı çevirdiğimde artık sarhoş olduğundan kesinlikle emin olduğum bu iri yapılı adamı omzuma yaslanmış, ağzı yarı açık uyurken buldum. Üstelik hırıldıyordu. Önce hafifçe omuz silkerek uyandırmayı denedim. Olmadı. Sonra, beyefendi beyefendi diyerek önüme doğru uzanan kolunu sarstım. Mümkün değil uyanmıyordu. Ağzının kenarından sızan salyalar gömleğime damlıyordu. Son çare olarak sağ elimle kafasını yana doğru ittim. İşte o zaman uyandı. Uyku sersemliği ile ne olduğunu, nerede olduğunu anlamaya çalışıyor gibi etrafına bakındı. Eliyle yüzünü ovuştururken gözlüğü yere düştü. Diğer yolcuları rahatsız etmekten çekinerek kısık sesle söylenmeye başladım. İşte o zaman beni fark etti. Yüzünü bana yaklaştırarak: Uçak kalktı mı? dedi ne söylediğimi umursamadan. Yolu neredeyse yarılamış olmalıydık. Kalktı dedim, kızgınlığı geçmiş, acıma ve şaşırma arası bir yerdeydim. Gözleri şişmiş, göz bebekleri küçülmüş, siyah birer noktacığa dönüşmüştü. Arkaya doğru kaykıldı, koridor tarafındaki koltuk kolçağına kafasını dayayarak uyumaya devam etti. Koca ayakkabıları sol bacağıma değiyordu. Belli ki sarhoşluktan başka birşeydi yaşadığı. Uyuşturucu ya da bir hastalık. Yolculuk içinde başka bir yolculuk yaşıyor gibiydi. O sırada yanımızdan geçen hostesi durdurup durumu anlatmak istedim. Belki ben de yerimi değiştirmeliydim. Vazgeçtim, hostese derdini anlatmaya, sıkıştığın yerden çıkmak için uğraşmaya, diğer yolcuların meraklı bakışlarından kaçınmaya değmez. Pencereden dışarı bakarak başka şeyler düşünmeye zorladım kendimi. Uçağın inişe geçtiği hissediliyordu. Birkaç saat içinde annemi ve babamı görecektim, Akrabalar, tanıdıklar, geçmişten yüzler; seneler boyu görmediğim, düşünmediğim, umursamadığım kişiler. Yeryüzüne dönüş başlamıştı işte. Ama sanki bu kez yerdeki hayata tekrar karışma fikri iyi geldi. Bir cenaze töreni bile gökyüzünde sıkışık olmaktan iyidir diye geçirdim içimden. Ayaklarını kucağıma koydu. Sarı-siyah spor ayakkabıları parlıyordu.