Faça

Anasayfa » Öyküler » Faça
yazan: Özgür Kurtuluş
Faça

Yıllar sonra bu kasabaya ilk kez geliyorum. On beş yaşındayken babamın işi dolayısıyla buraya yerleşmiştik. Babam inşaat mühendisiydi, buradaki bir baraj inşaatında iyi bir iş bulmuştu. Parası çok iyi demişti bize, “bu fırsatı kaçıramayız”.  “Kaçıramam” derdi aslında ama ihtiyaç hasıl olduğunda aile oluverirdik. Her şeyi geride bırakarak bir iki hafta içinde palas pandıras taşındık. Doğru düzgün bir veda bile edememiştim geride bıraktıklarıma. Üstelik yaşadığımız şehre göre oldukça küçüktü burası. Sanki yapacak hiçbir şey yoktu, sanki herkes sıkılıyordu burada. Eve taşındığımızın  ertesi günü, sömestre birkaç hafta kalmışken kasabanın tek düz lisesine kaydımı yaptırdılar. Okuldaki ilk günümü anımsıyorum da, uzaylıymışım gibi gözlerini üzerime dikmiş, uzun uzun seyretmişlerdi her hareketimi, konuşmamı garipsemişlerdi. Bir uzaylı değildim belki ama onların dünyasının dışından olduğumu iliklerime kadar hissetmiştim. Burada yaşadığım üç yıl boyunca onlardan olmadığımı bir an olsun unutturmadılar. Ben de oradan geçip giden bir yabancı gibi ardımda iz bırakmadan ayrıldım. Unutulmak, unutmak istedim. Bir daha da ne yolum düştü ne de özledim.

Yaklaşık yirmi yıl olmuş. Yine iş dolayısıyla buradayım. Bir müvekkilimin alacağını tahsil etmek için burada yaşayan bir kuaförün mallarını haczetmem gerekiyor. Sabah ayazında otogara indim. Doğruca, adliyeye gittim ve gerekli evrakları hazırlattım. Şimdi kuaförü bulacağım, evrakları ibra ettikten, mallları depoya taşıttıktan sonra ilk otobüsle buradan ayrılacağım. Adliye, kuaför, otogar hepsi, bir omurga gibi kasabanın ortasında uzanan tek bir cadde üzerinde. Yirmi yıl önce de böyleydi. Binalar, kaldırımlar, tabelalar ne bileyim elektrik direkleri değişmiştir belki ama simalar, bakışlar, kokular sanki aynı. Çeşitli filtreler uygulanan bir fotoğraf gibi farklı görünüyor ama aslında aynı.

Vakit öğleye yaklaştı, sabahtan beri ağzıma bir şey koymadığım aklıma geldi. Cadde üzerinde bir kebapçıyı gözüme kestirdim. Yedi sekiz masa var içeride, cam kenarında birine iliştim. Tedirginim. Yirmi yıl öncekiyle aynı yabancılık hissi. Dükkanda benden başka müşteri olmadığı gibi dükkanın sahibi ya da garsonu da görünürlerde yok. Tek başıma her an kalkacakmış gibi iğreti oturuyorum sandalyede. Biraz üşüyorum, dükkanın ortasında paslı bir varili andıran bir soba var ama yanmıyor. Duvarlarda kartpostallardan kopyalanmış yağlı boya manzara resimleri var. Kollarımı kavuşturarak masaya yaslanıyor, caddeye bakıyorum. Caddede yürüyen insanlar bir yere gidiyormuş gibi değil de etrafı kolaçan ediyormuş gibi görünüyor gözüme. Yolunda gitmeyen, kasabanın sıradanlığını bozan bir şey arıyorlar. Belki bir yabancıyı, belki beni.

Ne istersin diyor garson. Sesiyle irkilerek fark ediyorum yanıma geldiğini. Ne var diyecek oluyorum, vazgeçiyorum. Köfte var mı diyorum. Var diyor, işte o an garsona bakıyorum. Sağ gözünün altından dudağının kenarına doğru dikine uzanan bir faça. Yirmi yıl öncesinden bir yüz gözümün önüne geliyor. Bu o, Durdu karşımda duruyor. Köfte ver o zaman diyorum sesimin inceldiğini hissederek. Ne içersin diyor, Ayran diyorum sesimi düzelterek. Gidiyor. Beni tanıdı mı acaba? Tanımış olsa mutlaka söylerdi, umursamaması mümkün değil. Değiştim tabi, saçlarım döküldü, gözlerim çöktü, yüzümde son yirmi yılın çizgileri. Belki faça olmasaydı ben de onu tanıyamazdım ya da o olup olmadığı konusunda kuşku duyardım. Faça tüm kuşkularımı silecek denli derin ve benzersiz.

Durdu, akşamları okuldan evime dönerken, yolumun üstünde bir yerlerde beni bekleyen bir zorbaydı. Benden sadece bir iki yaş büyüktü. Yedi sekiz çocuklu yoksul bir ailenin çocuğuydu, okula gitmiyordu. İstenmeyen bir çocuk olduğu adından belliydi. Ne zaman Durmuş, Dursun, Durali, Duran isimli biriyle tanışsam aynı şeyi düşünürüm. Çoğunlukla istenmeyen, beklenmeyen erkek çocuklara verilen adlardı bunlar. Onunla nasıl tanıştık, nerede karşılaştık, hatırlamıyorum. Haftada birkaç gün yolumu keser, benden para ya da satıp üç beş lira kazanabileceği bir şeyler isterdi. Elinde yılan desenli kabzası olan bir cep çakısı olurdu. Onu da birinden çalmıştı mutlaka. İlk zamanlar çakıyı yüzüme doğrultur, çıkar lan paraları derdi. Zengin çocuğusun sende para çok. Param yok dediğim birkaç defa çakıyı boynuma dayamıştı. Tavuk gibi keserim seni. Sonraları sıradanlaşmış, hani neredeyse bir ritüele dönüşmüştü buluşmalarımız. Artık çakısını göstermiyordu bile.

Durdu masama salata, ekmek, su ve çatal getirdi. Hiç yüzüme bakmıyor, belki de ben olduğumu fark ettiği için hiç konuşmuyor. Dudaklarım kurudu. Tezgahın arkasındaki karanlığa doğru yürümesini seyrederek bir bardak su içiyorum. Korkmalı mıyım? Beni ve ona attığım kazığı hatırlamış olabilir mi? Yirmi yıldan fazladır bana beslediği kin içinde büyümüş, benden intikam almayı planlamış olabilir mi? Şu an içeride bana ne yapacağını düşünüyor olabilir mi? Yeniden camdan dışarı bakmaya başlıyorum.

Ondan nefret ediyordum. Ama giderek samimileşmemiz işime geliyordu, daha az korkuyordum. Zaman zaman sinirleniyor, üzerime yürüyor, itip kakıyordu. Sen gideceksin amına koyum, biz kalacaz bu bok çukurunda diyordu. Anlamamıştım, anlamıyordum coğrafya kaderdir demek istediğini. Doğduğu, yaşadığı yerden neden bu kadar nefret ettiğini, kendinden bahsederken neden hep biz dediğini anlamıyordum. Tuhaf dostluğumuz onun da hoşuna gidiyordu aslında. Bu uzaylıyla yakınlaşmaktan memnundu. Bazen kendince hayat dersleri veriyordu: On altı yaşında bir çocuğun kasabada hayatta kalması için tüyolar… Sinirlenmemesi için ilgiyle dinliyordum, hak veriyordum söylediklerine. Yumuşuyordu. Kendini benden üstün gördüğü böyle zamanlarda, yüzündeki her ifadeye yapışan o aşağılık hissinden sıyrılıyordu, Hayatı boyunca aşağılanmıştı. Bir keresnde lafı geçince bir çocuk, “eşşekler bile Durdu kadar dayak yemiyor bu kasabada” diyerek sırıtmıştı.

İlk zamanlarda Durdu’yu şikayet etmeyi düşünmüştüm. Babama söyleyebilirdim. Bundan hoşlanmayacağını biliyordum. Geç saatlere kadar çalışıyordu ne benimle ne de 5 yaş küçük kardeşimle hiç ilgilenmiyordu. Şikayetimi, onu meşgul eden gereksiz bir iş olarak görecek, oğlunun kendi başının çaresine bakamamasından dolayı hayıflanacaktı. Annem çalışmıyordu ve evle ve bizimle ilgili tüm işleri sırtlamıştı. Ona söylesem konu yine babamın önüne gelecekti. Okulda birilerinden yardım isteyebilirdim ama kimseye güvenemiyordum. Bilinmesinden, benimle dalga geçilmesinden çekiniyordum. Hem Durdu eğer birine şikayet edersem boğazımı keseceğini söylemişti. Polise gidersem kafama sıkacakmış.

Köfteleri ve ayranı getirdi. Elleri yara bere içindeydi. Hiçbir şey söylemedi. Elindekileri bıraktıktan sonra sobanın arka tarafında bir sandalyeye oturdu. Cep telefonunu çıkardı ve onunla uğraşmaya daldı. Beni tanıyıp tanımadığından hala emin olamıyordum. Onu gördüğümden beri tek bir kez göz göze gelmemiştik. Tedirginliğim azalıyordu. Bana bir şey yapamayacağını biliyordum. Artık kasabaya yeni gelmiş süt çocuğu yoktu karşısında. Benden çekiniyor bile olabilirdi. Ona kendimi tanıtmalı mıydım? Avukat olduğumu, buraya iş için geldiğimi, yirmi yıl önce itip kaktığı, haraca bağladığı o çocuğa hizmet ettiğini bilmeli miydi? Ona hıyanet etmediğimi, kendimi korumak istediğimi, bu bok çukurunda hayatta kalmak için gerekeni yaptığımı…

Ondan kurtulmam şaşırtıcı bir tesadüf ile oldu. Yaklaşık bir yıldır Durdu ile haftada üç dört kez düzenli olarak görüşüyorduk. Benden haraç alması, anlattığı abuk subuk mahalle hikâyeleri, nasihatleri artık sıradan ve giderek sıkıcı bir hal almıştı. Bir gün okulun beton bahçesinde kalabalık bir grup futbol oynuyorduk. Karşı takımda herkesin çok çekindiği yaşı bizden hayli büyük, İsa adlı bir kabadayı oynuyordu. Kendimi oyunun heyecanına kaptırmış olmalıyım. Bir an İsa ile karşı karşıya kaldım. Topu benim arkama atıp koşmaya başladığında ayağımı istemsizce kaldırdım. Bana takılıp sert bir şekilde betona kapaklandı. Avuçlarının üzerine düşmüş, sanırım kafasını da yere sürtmüştü. Birden herkes başımıza toplandı. İsa ağır hareketlerle toparlanmaya çalışıyordu. Kalabalıktan yükselen fısıltılar ateşe odun atıyordu: Şimdi sıçtı. Ağzını burnunu kıracak bebenin. Neyine güveniyon da İsa’ya çelme takıyon. Biri kulağıma yanaştı: Şimdi ananı sikecek oğlum dedi. İsa ayağa kalkmış, kan içindeki avuç içlerine bakıyordu. Bense İsa’nın gözlerine bile bakamadan, özür diliyor, kasti bir şey yapmadığımı anlatmaya uğraşıyordum. İsa bana doğru sert ve üstten bir bakış attı, sonra topu alarak faulü kullanmak için yere koydu. Oyna devam dedi herkesin şaşkın bakışları arasında. Maç bittikten sonra tedirgin bir şekilde yanına yanaştım. Tekrar özür diledim, bilerek yapmadığımı söyledim. Beni neden dövmediğini en çok ben merak ediyordum. Bana gülümsedi. Olur böyle şeyler dedi. Abisi, baraj inşaatında çalışıyormuş. İşe alınmasında, işle ilgili bazı sorunlarını çözmesinde babam yardımcı olmuş. İsa belki minnet duygusuyla belki de yediği kaba sıçmamak için bana dokunmamıştı. Top oynadığımız çocuklar uzaktan bizi seyrediyorlar, şaşkın bakışlarla aramızda ne olduğunu çözmeye çalışıyorlardı. Bir sıkıntın varsa anlat dedi İsa aniden. Duraksamadan, Durdu dedim. Durdu beni rahatsız ediyor. Düşünmeden ağzımdan çıkıvermişti sözler. Façalı olan mı? dedi. Evet benden haraç alıyor dedim. Sen kafana takma artık o piçi diyerek eliyle omzuma dokundu. Bu bütün çocukların gözünde artık İsa’nın koruması altında olduğum anlamına geliyordu.

Birkaç gün Durdu’yu görmedim. Gözüm her yerde onu arıyordu. Sonra bir gün yine okuldan eve dönerken, her zamanki yerde beni beklediğini gördüm. Korkmuştum. Bana hayınlık ettin dedi hırıldayarak. Yüzü çarşamba pazarı gibiydi, sol kaşında üzerinde kurumuş kan lekesi olan bir yara bandı vardı. Bundan sonra sana bulaşmayacağım ama bu hayınlığını da unutmayacağım. Arkasını döndü, giderken, dua et İsa’ya bir şey olmasın dedi. Donup kalmış, tek kelime etmemiştim, utanmıştım da. Ama O değil miydi bu kasabada rahat edeceksen arkanı sağlam birine dayayacaksın diye nasihatler eden? Sözünü tutmuştum işte, dayağı Durdu yemişti.

Yemeği hızla bitirdim. Masanın üzerindeki menüden yediklerimin fiyatına baktım. Masaya on lira fazla bıraktım. Bir yere yetişmem gerekiyormuş gibi acele hareketlerle masadan kalktım ve kendimi caddeye attım. Arkamdan uzun uzun baktığını hayal ediyordum. İçimden geri dönüp şöyle demek geçiyordu: Haklısın Durdu, ben gidiyorum, sense burada kalacak ve bu bok çukurunda ölüp gideceksin. Kuaföre doğru yürürken birkaç defa arkama baktım.