Halil Hilmi Efendi gözlerini yatak odasının tavanına dikmiş düşünüyordu. İki senedir oğlunu görmemişti. En son aldığı telgrafta, Gelibolu cephesinde yaralandığını, gazi olduğunu, İstanbul’da Haydarpaşa Hastanesi’nde yattığını, taburcu olur olmaz memlekete döneceğini yazmıştı Ferit. Bugün tam sekiz hafta oluyordu. İstanbul’a haber göndermiş, Haydarpaşa Hastanesi’nden tanıdık buldurmuş, kayıtlarını inceletmiş, paşalara sordurtmuş ancak oğlunun izine rastlayamamıştı. İstanbul’a bir de kendi gitmeyi düşünüyordu. “Bunca iş…” diye geçirdi içinden. Neden sonra yanında sırtı ona dönük yatan hanımı geldi aklına. Başını yavaşça sağına doğru döndürerek, gözlerini sabahın ilk ışıklarıyla aydınlanan tavandan ayırdı. Yanında, kalın yorganın altında bir kaya kadar kıpırtısız duran yükseltiye baktı. Hanımı Emine onun kadar endişelenmiyordu. Ferit’in bahsi geçtiğinde “Hayırlısıyla dönecek oğlum” diyordu. Ne de olsa üvey ana.
Halil Hilmi Efendi gözlerini karısından ayırıp tekrar tavana dikmişti ki ezan okunmaya başladı. Ağır hareketlerle yatağından kalktı, abdest almak için gusülhaneye seyirtti. Esvabını giymiş, eline İstanbul’dan satın aldığı tay kırbacını almış bir vaziyette avlu kapısından çıktığı sırada Hurşit koşarak yanına geldi. “Kaymakamım!”
“Ne oldu Hurşit, kan ter içinde kalmışsın sabah sabah?”
“Kaymakamın felaket! Hemen gidelim. Gözünle görsen daha iyi.”
Halil Hilmi Efendi bir yandan Hurşit’ten ısrarla neler olduğunu anlatmasını isterken bir yandan da hızlı adımlarla Sarıpınar’ın tozlu sokaklarında memurunun acele adımlarına ayak uydurmaya çalışıyordu. Nihayet Camii’nin olduğu meydana geldiklerinde toplanan kalabalığı görünce Halil Hilmi Efendi ürktü. Cemaat camii kapısı önünde birikmiş, namaz vaktini kaçırmayı umursamadan, endişeli bir uğultuyla etrafında toplandıkları şeye bakıyordu. Halil Hilmi Efendi karşılaştığı bu manzara karşısında neredeyse koşar adım cemaatin içine daldı “İzin verin efendiler,“ diye sinirlenerek kalabalığın arasında itiş kakış ilerleyip sonunda o şeyin önüne kadar geldi. Gördüğünün Sütçü Musa Efendi olduğunu söyleyebilirdi. Ancak buna tek kanıt, Musa Efendi’nin Pazar günleri haricinde her gün giyindiği tanıdık esvaplarıydı. Yoksa yerde yatan cesedin göz bebekleri yanaklarına düşmüş, dişleri dökülmüş, çenesi, burnu, alnı karpuz gibi yarılmış, kafası patlamış, boynundaki beş para genişliğindeki deliklikten etrafa kanlar boşanmıştı. Halil Hilmi Efendi vehamete kapılmamak için direndi. Terledi, içi ürperdi. “Ne yapmalı?” diye geçirdi içinden. “Hurşit!” diye bağırdı. Sadık memurunun o Musa Efendiyi dikkatle incelerken yanında bittiğini fark etmemişti. “Emredin Kaymakam’ım!” diye cevap verdi Hurşit aynı ses tonuyla. “Reşit Beye haber salın hemen burada bulunsun. Arif Bey de gelsin. Zabitleri toplayın burayı çembere alsın, kimseyi yaklaştırmasın. Bir de Doktor Rıfat’ı bulun getirin. Mevtanın üstünü hemen örtün. Dağılın efendiler, gördünüz göreceğinizi, ayağa kalkacak hali yok ya!”
İlerleyen saatlerde sadece biri dışında Halil Hilmi Efendi’nin bütün talimatları yerine getirildi. Zabitler ahaliyi cesetten uzak tutamamış, Doktor Rıfat, Sütçü Musa’dan kalanı incelerken kadın erkek çoluk çocuk neredeyse kasabanın yarısı camii önüne toplanmış, mevta beyaz bir çarşafa sarılarak bir at arabasının arkasında kalabalık eşliğinde sağlık ocağına taşınmıştı. Halil Hilmi Efendi’nin makamında yapılan toplantıda Belediye Başkanı Arif Bey bu noktaya değindi: “Kasabanın yarısı merhumun hâlini gördü. Diğer yarısı da onların bire bin kattıkları hikâyelerini dinledi, daha birkaç saatte tüm ahali şeytanlardan konuşuyor. Sütçü Musa’nın bu muameleyi hak etmek için kimin kanına girdiğini anlatıyorlar birbirlerine. Hemen bir açıklama yapılmalı Kaymakam Bey!”
“Doğru diyorsun Arif Bey. Doğru diyorsun da…” diyerek masasına dayadığı sol elinin ayasına yasladı başını. “Biz daha anlamadık ki neler olduğunu. Ahaliye neyi açıklayacağız?” Doktor Rıfat Bey bu noktada söze girdi: “Bir hayvan olmalı. Ancak güçlü bir hayvan onu bu hâle getirebilir. Mesela bir ayı.” “Ne diyorsun Rıfat Bey! Sarıpınar’da ayı ne arar? Olacak şey değil ya, hadi ayı diyelim. Musa’nın kafasını koparıp cami kapısına mı bıraktı? Ahaliye böyle mi söyleyelim?” Kafası kopmamıştı. Lakin boynundan sert bir şey girmiş, kafasını içten parçalamış, tam tepe noktasında dışarı çıkmış. Kılıç gibi sivri bir şey,” diye söze karıştı Zabit Müdürü Reşit Bey bir hafiye edasıyla.” “Yani bu vahşeti biri mi yaptı diyorsunuz Reşit Bey? Bir cinayet mi bu? Kasaba’da bir katil mi var?” Reşit Bey bu soru karşısında derin düşüncelere dalar gibi gölerini odadaki büyük pencereye kaydırdı, kaymakamın bu sorusunu yanıtsız bıraktı. Toplantı akşam saatlerine kadar sürdü. Musa Efendiyi sabah namazını mütakip sessizce gömülmesine karar vererek ayrıldılar. Halil Hilmi Efendi konağa geçmeden önce gerekli emirleri verdi. Zabitlerin tüm kasabada tahkikat yapmasını, delil aramasını istedi. Gerekirse bütün şüphelileri tek tek kendisi sorgulamak istiyordu. Bütün gece sokaklarda devriye gezilmesini de özellikle tembihledi.
***
Konağın kapısı şiddetle yumruklanıyordu. Halil Hilmi Efendi ve karısı telaşla yataklarından doğruldular. Kaymakam yatağından kalkarken dün kasabada yaşanan telaşı unutmuş gibi aklına ilk oğlu geldi. Ferit’ten bir haber mi var idi? Neden sonra konak işlerine yardımcı olan Halime Kadın yıkılacakmış gibi gümbürdeyen kapıyı açtı. Kapının eşiğine yığılmış, nefes nefese “Felaket Kaymakam Bey! Felaket,” diye inlerken, Halil Hilmi Efendi üzerinde yatak esvabı olduğu hâlde konağın üst katının trabzanlarına dayanmış, yüzünde gergin bir ifadeyle sessizce duruyordu. Devriye gezen zabitlerden birinin cesedi kasaba meydanındaki kahvehanenin bahçesinde bulunmuştu. Halil Hilmi Efendi çarçabuk giyindi, Hurşit’le birlikte hemen olay mahalline geldi.
Gördüğü manzara dünkünden farklı değildi. Kötü haber tez yayılmış, henüz sabah namazına vakit olduğu hâlde kasaba ahalisi uyanmış, kahvehanenin önüne toplanmıştı. “Dağıtın şunları.” dedi Halil Hilmi Efendi, bu kez neler olduğunu görmeyi beklemeden. “Gerekirse bütün zabitler burada bulunsun. Bu tarafa kimse yaklaştırılmasın. Jandarmayı, doktoru, başkanı, kim varsa hepsini çağırın. Hadi Hurşit durma öyle! Koştur!”
Kaymakam’ın içine sıkıntı çökmüştü. Zabitin ağacın dibine yığılmış cesedine bakarken “Kim, neden böyle bir vahşete sebep duysun?” diye içinden geçiriyordu. Talihsiz zabitin durumu, Sütçü Musa’dan halliceydi. Kafası boydan boya yarılmış, boynundan akan cerahat toprağa kadar yayılmıştı. Zabit sanki sırtını ağaca dayamış, uyuyor gibiydi. Yana yatan kafası koptu kopacaktı. Boğazından damarlar fırtlamıştı. Hekim ya da asker olmaya gerek yoktu. Sütçü Musa’yı öldüren kişi ya da hayvanın bu adamı da öldürdüğünü Halil Hilmi Efendi de anlamıştı. Sebeb-i cinayet hırsızlık olamazdı. Kan davası, intikam… Bunu yapan insan delirmiş, kudurmuş olmalıydı. Ya da kudurmuş bir hayvan diye geçirdi içinden. Ama öyle olsa görülmez miydi? Bir hayvan saldırmak için neden alacakaranlıkta belli bir vakti beklesindi? “Bu işe daha ciddi yaklaşmalı.” diye geçirdi içinden. Gerekirse kasabadaki tüm erkekleri sorgudan geçirmeliydi. Mutasavvıf Efendi’ye de hemen telgraf çekilmeli, durum bildirilmeliydi. Alimallah bu iş çığırından çıkarsa kasabada bozgun olur, memuriyeti dahi tehlikeye girerdi.
Zabitin cesedi de Sütçü Musa’nın yanına, sağlık ocağındaki ölü odasına taşındı. Doktor Rıfat mevtayı incelemiş, daha önce söylediklerinden gayri birşey söylememişti. Kasabanın ileri gelenleri kaymakamlıkta toplandı. Bu sefer dün ihmal edilen İmam Rıza da oradaydı. İmam Rıza Sütçü Musa’nın ölüsünü ilk gören kişiydi. Sabah ezanını okumak için camiiye geldiğinde görmüştü vahşeti. Soğukkanlılığını korumuş, ezanı geciktirmemek için rahmetliden arta kalanın üzerinden atlayıp camiiye girmişti. Ezanı okuduktan sonra namaza erken gelen bir-iki kişiyle zabitlere haber salmıştı.
“Şeytan!” dedi İmam Rıza. “Bu ancak Şeytan’ın işi olabilir.” Halil Hilmi Efendi sevmezdi İmam’ı. Kendisine sorulan her suale ya Allah ya Şeytan’la başlayan basmakalıp cümlelerle yanıt veren cahil sofunun tekiydi. İmam Rıza’nın önerisinin kurban kesip dua etmek olacağını bildiği için çağırmaya da pek hevesli değildi. Ancak halk galeyana gelebilir, onları sakinleştirmek için işe yarayabilir düşüncesiyle, İmam’ı dinlemek için değil, tembihlemek için çağırtmıştı. “Telaşa mahal yok.” diye sözünü kesti İmam Efendinin. “Sen bu akşam herkesi akşam namazına çağır. Şeytan’ı da bu işe hiç karıştırma. Bir-iki güne kadar vilayetten memurlar gelecek. Kısa zamanda öğreniriz bu felaketin kimin işi olduğunu. O vakte kadar ahaliyi sakin tutmak gerekecek.” İmam elindeki 99’luğu ağır ağır çekerek fısıldadı: “Değil vilayetten, hükümetten adam gelse başa çıkamaz bu şeytanla.” Bu sözler üzerine Kaymakam’ın odası bir süre sessizleşti. Halil Hilmi Efendi sinirlenmişti, ancak ses etmedi. Diğerlerinin yüzünden endişe okunuyordu. Kasabaya bir lanet musallat olmuş olabilir miydi? Bugüne kadar hiçbiri ömrü hayatında böyle vahşet, böyle cinayet ne duymuş ne işitmişlerdi.
Halil Hilmi Efendinin endişeleri boşuna değildi. İkinci cinayetin ardından kasaba halkı sokakta gezinmeye korkar olmuş, efsaneler, kulaktan kulağa yayılan hikâyeler, söylencelerden başka konu konuşulmaz olmuştu. Bunlardan en çok rağbet göreni, kasabaya Deli Gücük adında yarı insan yarı melek bir varlığın indiği; hırsıza, arsıza, başkasının namusuna göz koyana ceza vermek için gece vakti kasabanın sokaklarında dolaştığıydı. Sütçü Musa yıllardır hileli ölçüyle sattığı sütten kazandığı haram para için cezalandırılmış olmalıydı. Zabit ise doğuda askerlik yaptığı sırada masum bir gavur kızının kanına girmişti. Şimdi herkes sıradaki kurbanı bekliyordu. Ne zabitlerin, ne kaymakamın Deli Gücük’ü durdurabileceğine kimse ihtimal vermiyordu. Hayat neredeyse durmuş, dükkânlar daha hava kararmadan kapanır, yolda, sokakta kimselere rastlanmaz olmuştu. Hemen herkes işlediği günahları düşünerek Deli Gücük’ün ziyaretinden korkuyor, sanki onu durdurabilirmiş gibi kapıyı pencereyi sıkıca kapatıp dua ediyor, kazaya duruyor, her lafına duayla başlayıp, duayla susuyordu. Akşam üstü Kaymakam Halil Hilmi Efendi konağa doğru yürürken henüz kasabalının bu hâlinin farkında değildi. Sokaklar ıssızdı ama iki gecede iki vahşi cinayetin işlendiğini düşününce bu ona normal geliyordu. Güvenlik önlemlerini artırmış, bütün gece zabitlerin ikişerli olarak sokaklarda dolaşmasını istemişti. Gerçi Reşit Bey zabitlerin korku içinde olduklarını, gece devriyesi konusunda isteksiz olduklarını söylemişti ama emir demiri keserdi. Mutasarrıf’ın gönderdiği memurlar gelene kadar başka felaket olmamasını dilemekten başka elinden bir şey gelmiyordu.
***
Bütün gece Halil Hilmi Efendi’nin gözüne uyku girmedi. Sabaha kadar dönüp durmuş, kâh Musa Efendi’nin, kâh genç Zabit’in, kâh oğlu Mustafa’nın yüzü gözünün önüne gelmişti. Düşünüyordu ama ne düşündüğünü sorsanız doğru düzgün bir cevap veremezdi. Düşünceler aynı anda aklına üşüşüyor, kafasında dağılıyor, içlerinden birine odaklanmak mümkün olmuyordu. Üstelik bu hâlinin son iki gündür olan olaylarla ya da iki aydır haber alamadığı oğluyla da ne kadar ilgili olduğunu kestiremiyordu. İçine bir huzursuzluk, bir memnuniyetsizlik, bir kaygı gelip çöreklenmişti bir zamandan beri. Ne zamandan beri bu durumda olduğunu çıkaramıyordu. Tek bildiği artık bu kasabanın kendisine dar geldiği, şehire; Şehr-i İstanbul’a yerleşmek istediğiydi. Üstelik yanlız, bütün bu kargaşayı, karıyı, çoluğu çocuğu, tanışı, sorumluluğu arkasında bırakarak. Sadece Ferit. “Sadece Ferit olsun yanımda…” diye düşündü. Her an kapısının çalınmasını bekleyerek sabahı dar etti. Nihayet gün ağarırken uykuya dalabildi. Ona bir saniye kadar kısa gelen bir zaman sonra karısının omuzunu dürtmesiyle uyandı. “Kalk Bey! Saat sekiz oldu. Namazı kaçırdın.” Uyanır uyanmaz gördüğü rüyayı anımsadı: Ferit’i görmüştü rüyasında. Daha doğarken anasız kalan bahtsız oğluyla birlikte abdest alıyordu. Ona birşeyler soruyor ancak yanıt alamıyordu. Sanki küstü babasıyla Ferit. Yüzünü göstermiyordu. Neden sonra Halil Hilmi Efendi ıslak eliyle, ayağını yıkamak için öne doğru eğilmiş oğlunun kalçasına dokundu. Ferit sanki kalçasına bir hançer saplanmış gibi irkilerek doğruldu. Başını hızla çevirerek bağırdı: “İlişme bana! Bana bir daha dokunma!” Ağlıyordu.
Üzerini giyinip hemen çıktı konaktan. Hızlı adımlarla Kaymakamlık Binası’na yöneldi. Hurşit ortalarda görünmediğine göre dün gece kasabada bir vukuat olmamıştı. Belki olmuştu ama maktulün cesedi henüz bulunamamıştı. Sarıpınar’ın sokakları bomboştu. Birkaç it ve evin ihtiyaçları için oradan oraya hızlı adımlarla yürüyen birileri… Binaya yaklaştığında kendisine doğru koşan Hurşit’i gördü. Hah dedi, işte uğursuz haber geliyor. “Hurşit Kaymakamım ben de sana geliyordum. Şehirden geldiler. Mutasarrıf Efendi, bir de..” Kaymakam dün Mutasarrıf’a telgraf çekmişti çekmesine ama, şahsen Kasabaya heleceğini aklına dahi getirmemişti. “Bir de kim?” dedi Hurşit’e. “Söylesene oğlum!” “İstanbul’dan bir paşa: Emniyet-i Umumiye Müdür muaviniymiş…” Halil Hilmi Efendi’nin başından aşağı kaynar sular dökülmüştü. Daha dün mutasarrıfa telgraf çekmişti. Normal zaman olsa üç günden evvel cevap gelmezdi. Değil İstanbul’dan bir paşa, Mutasarrıf’ın bile Sarıpınar’ın yakınından geçtiği vaki değildi. Şimdi ise telgrafı çekmesinin üzerinden daha bir gün geçmeden bütün gece yolculuk yaparak kasabaya gelmişlerdi. Demek ki olay düşündüklerinden çok daha ciddiydi. Demek ki gelen heyet kendilerinden daha fazla malumata sahipti. Demek ki bu garip cinayetler nedensiz, sebepsiz, canice değildi. Bir nedeni, bir geçmişi vardı.
Telaşla koşturmaya başladı. Kaymakamlık Binası merdivenlerini birer ikişer atlayarak çıktı. Odasının kapısı önünde durakladı. Kapıyı çaldı. İçerden ses gelince “Bismillah!” diyerek kapıyı açtı. Kan ter içindeydi. “Aman efendim hoş geldiniz. Haber verseydiniz, hazırlık yap…” Sözünü Mutasarrıf Murtaza Efendi kesti: “Tamam Hilmi Bey, uzatmayalım. Nezakate lüzum yok. Durum çok ciddi ve ivedi. Lütfen kapıyı kapatınız.” Bu sözler üzerine Halil Hilmi Efendi rahat bir soluk aldı. Demek ki kendisine kusur bulunacak bir durum değildi. Çok, çok daha muhim bir meseleydi. Hemen sustu ve dinlemeye koyuldu. Odada Mutasarrıf Murtaza Efendi ve Emniyet-i Umumiye Müdür muavini Hikmet Paşa’dan başka kimse yoktu. Hikmet Paşa altmış yaşlarında, sağlıksız görünen, elinde bastonuyla ayakta durabilen yumuşak görünüşlü bir adamdı. Halil Hilmi Efendi’nin koltuğunda oturuyordu. Mutasarrıfın müdahalesiyle oluşan sükunet üzerine ağır ağır konuşmaya başladı: “Kaymakam Bey malumunuz üzere Sarıpınar’da vuku bulan cinayetlerle ilgili olarak buradayız. Bu bir teftiş, bir ziyaret değil; bir avdır. Bunu bilesiniz.” Bastonuna dayanarak ayağa kalktı. Birkaç adımda odanın büyük penceresinin yanına gelerek, “Devlet-i Şahanemizin Anadolu topraklarına bir canavar musallat olmuştur. Onu İstanbul’dan buraya dek takip ettik. Peşinde onlarca ölü bıraktı. Hepsinin kafatası parçalanmıştı. Hekimler maktullerde bir eksiklik tespit edemedi. Tek bir şey dışında…” dedi ve durakladı. Birkaç saniye pencereden dışarı, kaymakamlık binası önünde toplaşan Sarıpınar ahalisine baktı. Paşanın kasabalarına teşrif ettiğini duyan halk başlarına musallat olan belanın mahiyetini öğrenmek için, ancak daha çok Osmanlı Sarayı’ndan gelen bu değerli misafirin neye benzediğini görebilmek için binanın çevresinde birikmeye başlamıştı.
Hikmet Paşa parmaklarıyla araladığı tül perdeyi bırakarak, “Tenasül uzvu.” dedi. “Görünürde yara bere yokken ortadan kayboluyor, birkaç gün içinde sanki eriyor. Yerinde bir boşluk kalıyor…” O ana kadar anlatılanları derin bir sessizlikle dinleyen Halil Hilmi Efendi “Ha?” dedi hafif öne eğik başını kaldırarak. Hikmet Paşa kaymakamın bu münasebetsiz tepkisini fark etmemiş gibi davranarak hızlı hızlı konuşmasını bitirdi: “Neden böyle bir şey olduğunun ilmî bir izahı yok pek tabi. Ancak ehemniyeti de yok. Önemli olan bu canavarı bir an önce bulmak ve yok etmek. Bu nedenle sizden tam bir işbirliği bekliyorum kaymakam.”
Halil Hilmi Efendi hâlâ bir adamın, üstelik ölü bir adamın erkeklik organının nasıl olup da ortadan kaybolduğunu düşündüğünden kısa bir sessizlik oldu. Neden sonra “Elbette muhterem Paşam!” diyerek çizmelerinin topuklarını birbirine vurdu. Kısa sessizliğini affettirmek için böyle mübalağalı bir esas duruşu uygun bulmuştu. “Güzel.” dedi Paşa. “Mahiyetimde özel bir birlik var. İstanbul’dan getirdiğim eğitimli adamlardan oluşuyor. Başlarında kıdemli bir yüzbaşı bulunmakta. Canavarın peşinden onlar gidecek. Hazırlık yapalım. Gece ava çıkacağız. Ama önce maktulleri görmek isterim.”
“Yalnız Paşam,” diye söze başladı Halil Hilmi Efendi. Paşanın görüşmeyi sonlandıran sözleri üzerine konuşmak münasebetsizliğini göze alarak, “Canavarın gece ortaya çıkacağı kesin değildir. Dün gece Sarıpınar’da hiçbir vukuat olmadı.” Paşa homurdandı ancak bu münasebetsizliğe cevap vermek Mutasarrıf Murtaza Efendi’ye düştü. “İmkansız,” dedi Mutasarrıf, “Canavar her gece bir can alıyor. Kırkaltı geceye kırkaltı can. Dün gece de birini öldürmüş olmalı!” Kapının arkasında hazır bekleyen Hurşit, Mutasarrıfın bu sözlerini duymuş gibi kapıyı tıklattı. İçeri girdiğinde asker selamı verdi ve doğruca Halil Hilmi Efendi’nin yanına yöneldi. Kulağına bir şeyler fısıldadıktan sonra tekrar kapının yanına döndü, selam verdi ve çıktı. “Haklıymışsınız Murtaza Bey,” dedi Kaymakam. “Canavar Değirmenci’yi öldürmüş.”
***
Değirmenci Hasan her sabah olduğu gibi erken saatlerde Sarıpınar’ın hemen dışındaki değirmenine doğru yola çıkmıştı. Her zaman değirmene geç gitmeyi alışkanlık hâline getirmiş tembel oğlu o gün nerdeyse öğleye doğru değirmene vardığında, babasını ya da babasından arta kalanı bulmuştu. Gördüğü şeye dokunmaya cesaret edememiş, var gücüyle koşarak kasabaya dönmüş, zaptiyelere haber vermişti. Hikmet Paşa ve mahiyeti adamı oğlunun bulduğu gibi, değirmen taşının üzerinde yüzü koyun yatar bulmuşlardı. Hasan Efendi değirmeni çalıştırdıktan sonra ölmüş olacak ki, kasabaya adını veren Sarıpınar’ın sularıyla dönen değirmen değirmentaşını çeviriyor, zavallı adamın cesedi de taşın üzerinde fır fır dönüyordu. Paşa’nın adamları kasabanın zabitlerinden çok daha deneyimli olduklarından olsa gerek, değirmene ahaliden kimse yaklaştırılmamıştı. Paşanın emriyle değirmen durduruldu. Cesede yaklaştıklarında Halil Hilmi Efendi elinde olmadan Değirmencinin apış arasına doğru baktı. Hayret ki hiçbir iz yoktu. Canavar her zaman olduğu gibi kurbanın sadece kafasını dağıtmış, boynunun altına hiç dokunmamıştı. Paşa, “Teferruatlı tetkike lüzum yok. Bu işi yapan aradığımız canavardır. Kasabaya dönüyoruz. Gece için hazırlıklarımızı tamamlayalım.” dedi. Sesindeki soğukluktan bu manzarayla defalarca karşılaştığı belliydi.
Kaymakam Halil Hilmi Efendi rahatlamıştı. Üzerinden büyük bir sorumluluk kalkmıştı. Artık tek yapması gereken Paşa Hazretlerinin isteklerini yerine getirmekten ibaretti. Hikmet Paşa ne yaptığını bilir görünüyordu. Yanındaki yüzbaşıya emirler yağdırıyor, kasabadan kimsenin işine karışmasına tahammül etmiyordu. Halil Hilmi Efendi’ye kasaba halkının ayağına dolaşmamasını, etrafı iyi bilen tecrübeli zabitlerden kurulu bir ekibin adamlarına yardımcı olmasını emretmişti. Zabitler kolaydı ama Sarıpınar, Paşa’nın gelmesiyle iyiden iyiye kaynamaya başlamıştı. Deli Gücük hakkındaki söylentiler tüm kasabaya yayılmış, Kaymakam’ın, hatta Hikmet Paşa’nın kulağına kadar gelmişti. Hikmet Paşa söylentileri umursamamıştı. Bu örümcek kafalı taşralıların hangi deli saçmasına inandığı onu ilgilendirmiyordu. Ancak Halil Hilmi Efendi onun gibi küçümsememişti bu söylentiyi. Bu efsanelerin örümcek kafalı taşralıların hayal gücünden fazlası olduğunu Anadolu’da geçirdiği yirmi yıllık memuriyet hayatında öğrenmişti.
Gece geldiğinde, Hikmet Paşa, Mutasarrıf Murtaza ve Halil Hilmi Efendi Kaymakamlık binasındaki makam odasında gergin bir bekleyiş içindeydi. Zabitler ikili üçlü gruplar hâlinde kasabanın dört bir yanına dağılmıştı. Yüzbaşı zabitlere düdükler dağıtmış, şüpheli bir durumda tüm güçleriyle öttürmelerini salık vermişlerdi. Zabitler öylesine korkuyorlardı ki, birçoğu iple boyunlarına astıkları düdükleri emzik gibi ağızlarında çevirip duruyordu. Paşanın adamları ise birbirlerinden hiç ayrılmadan kasabanın merkezine yakın bir yerde toplanmış, can kulağı ile gecenin derin sessizliğini dinliyorlardı. Topu topu yirmi kişiydiler. Ancak hepsi iri kıyım, tepeden tırnağa silahlıydı. Bugüne kadar girdikleri bütün harplerden canlı çıkmayı başarmış bu korkusuz cengâverler iki aya yakındır peşlinde koştukları ve henüz karşılaşma şerefine nail olamadıkları bu canavarı Sarıpınar’da öldürüp evlerine dönmek istiyorlardı. En çok da başlarındaki Yüzbaşı artık evine dönmek istiyordu. Cephede gösterdiği kahramanlıklarla genç yaşında kendini göstermeyi beceren bu adam, henüz Dünya Harbi sürerken ordudaki görevinden alınıp, canavar avcısı bir birliğin başına getirilmesine içerlemişti. Ancak günler geçtikçe ve canavarın ne kadar gerçek ve ne kadar zorlu bir düşman olduğu anlaşıldıkça kendini avutabilmiş, mahiyetindeki askerlerin cesurluğu ve dayanıklılığı karşısında, böyle seçme bir kuvvetin başına getirilmesinden dolayı övünç bile duymuştu. Gerçekten de bu askerler o kadar korkusuz, kendilerinden o kadar eminlerdi ki, canavarı öldürmek için onu bulmanın yeterli olacağına inanıyorlardı. Ancak İstanbul’dan bu yana uğradıkları kasabalarda sadece iz sürebilmişler, canavarın arkasında bir imza gibi bıraktığı kafası yarılmış cesetleri görebilmişlerdi.
Kaymakam Halil Hilmi Efendi sabahtan beri koşturmaktan bitap düşmüş, odasındaki tahta sandalyede uyumamak için kendini zor tutuyordu. Hikmet Paşa ve Murtaza Efendi de ondan farklı değildi. Onların bu hâlinden aldığı cesaretle Halil Hilmi Efendi birkaç saniye için gözlerini kapattı. İşte oğlu Ferit tekrar karşısındaydı. Ancak bu kez daha küçük, taş çatlasa sekiz-on yaşlarındaydı. Çırılçıplaktı. Çıplaklığından utanıyor olmalı ki elleriyle edep yerini kapatmıştı. Halil Hilmi Efendi istemsizce kolunu öne doğru uzatarak “Oğlum yanıma gel.” dedi. Ferit sanki karşısındaki babası değil de canavarmış gibi ürkerek geri geri yürümeye başladı. “Yaklaşma bana… Dokunma!” Halil Hilmi Efendi şaşırdı. “Oğlum niye benden korkuyorsun? Sana zararım dokunmaz. Seviyorum seni. Seni seviyorum.” Ferit bu sözler üzerine birden sinirlendi: “Sevme beni! Artık sevme. Kimsenin babası senin gibi sevmiyor!” Halil Hilmi Efendi rüyasının verdiği huzursuzlukla kıpırdandı. Az kalsın oturduğu iskemleden düşüyordu. Kendini toparladığında, Hikmet Paşa ve Mutasarrıf Murtaza’nın yadırgayan bakışlarıyla karşılaştı. “İçim geçmiş…” diye fısıldadı. Ayağa kalktı ve geniş pencereden kasabaya baktı. Karanlık ve sessizdi Sarıpınar.
Bekleyiş uzun sürdü. Sabah yaklaşıyordu. Hurşit kurulmuş saat gibi düzenli aralıklarla bir arzularının olup olmadığını sormak için bütün gece yaptığı gibi yine kapıyı tıklatmıştı ki, uzaktan bir düdük sesi işitildi. Telaşla ayaklandılar. Kapının önündeki Hurşit’i de önlerine katarak hızla aşağı indiler. Kaymakamlık Binasının önünde hazır bekleyen arabaya doğru koşturdular. Arabacı da düdük sesini duymuş olmalı ki atların dizginlerini germiş yolcularını bekliyordu. En son Hurşit’in de arabaya binmesiyle at arabası yerinden ok gibi fırladı. Av başlamıştı.
Paşanın adamları atlarıyla dört nala düdük sesinin geldiği yere doğru gidiyorlardı ki, başka bir düdük sesi daha duyuldu. Sonra bir başkası ve ardından kasabanın dört bir yanından düdük sesleri duyulmaya başladı. Askerler bir an durakladılar. Yüzbaşı ilk sesin geldiği yöne doğru gitmeleri gerektiği düşündü. Ancak yaklaşan nal seslerinden Paşanın arabasının geldiğini anlayınca beklemeye karar verdi. Sadece birkaç dakika sonra Sarıpınar’ın dar sokakları arasında evlerin duvarlarına sürte sürte yaklaşan araba göründü. Hikmet Paşa avın heyecanından olsa gerek vücudundaki ağrıları unutmuş, bastonunu bir yana bırakarak arabanın tavan brandasını açmış, beline kadar dışarı sarkmış, bağırıyordu. “Ne duruyorsunuz kefereler! Sürün atları!” Yüzbaşı ve adamları önde, Paşanın arabası arkada son düdük sesinin geldiği yöne doğru ilerlediler. Ortalıkta ne zabitler vardı ne de bir başkası. Sokak itleri bile nal seslerine karışan düdük seslerinden ürkmüş olacaklar ki ortadan kaybolmuşlardı. Neredeyse bütün evlerin ışıkları yanmış, ahali evlerinin camlarına toplanmış, birşeyler görme umuduyla perdelerin ardından dışarıyı dikizliyorlardı. Kasaba sokaklarında yaşanan heyecan onları da sarmış olacak ki Deli Gücük korkusunu unutmuş, yaşanacakları görme telaşıyla önlerinden dört nala geçen askerleri izliyorlar, bir yandan da fısıltıyla dua ediyorlardı.
Atlılar neredeyse kasabadan çıkmışlardı. Yüzbaşı yanlış yöne gittiklerini düşünmeye başlamıştı. Ama hâlâ önlerinden belli belirsiz düdük sesleri geliyordu. Zifiri karanlığın içinde nereye gittiğini bilmeden hızla yol alırlarken, birden en önde giden Yüzbaşı atının dizginlerini öyle bir çekti ki, at keskin bir kişnemeyle şaha kalkarak durabildi. Askerler ve Paşanın arabasının sürücüsü önlerindeki bu manzara karşısında hiç düşünmeden dizginlere asıldılar. Yüzbaşı ilerde, karanlığın içinde, karanlıktan daha kara gölgeler gördüğünü sanmıştı. Askerler tüfeklerini çıkardılar. Parmaklarını tek ellerinde tuttukları tüfeklerinin tetiklerine yasladılar. Paşa, Mutasarrıf, Kaymakam ve hatta Hurşit başlarını arabanın penceresinden dışarı uzatmış, onlara doğru yaklaşan karaltının ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. “Geri dönün!” dedi karaltı. “Telef olacaksınız!” Canavarın konuşabileceğine ihtimal vermeyen Yüzbaşı biraz rahatlamıştı: “Sen kimsin?” diye bağırdı boşluğa. Sözleri sanki yankılanır gibi geri döndü: “Sen kimsin?… Sen kimsin?” Ancak kalın, karga sesini andıran bir sesti bu. Yüzbaşı tabancasına davranarak havaya bir el sıktı. “Yaklaş bu tarafa! Yüzünü görelim!” Karanlığın içinden saçı sakalı birbirine karşmış iri kıyım bir adam belirdi. Çevresinde kargalar uçuşuyordu. “Sadece birinizi ister,” dedi adam. “Onu alınca gidecek!”
“Deli Gücük!” dedi Kaymakam gözlerini kısarak baktığı karaltıyı biraz daha seçer gibi olunca. “Kasabalı haklıymış. Deli Gücük dedikleri bu adam olsa gerek.” Hikmet Paşa “Hurafe bunlar…” diye söylendi. Ardından kati emrini verdi.: “Vurun şu adamı Yüzbaşı! Avımızı kaçırtacak!” Yüzbaşı tereddüt etti. Bu kargalı adamın Paşa’dan daha çok şey bildiğini düşünmüş olacak ki ateş etmek yerine, “Canavar orada mı?” diye bağırdı. “O,” dedi Deli Gücük, “burada değil!” Söz ağızdan çıkmıştı ki Yüzbaşının hemen arkasındaki askerlerden biri atından düşerek pelte gibi yere yığıldı. Sonra bir yanındaki, sonra onun arkasındaki… Birkaç askerin elindeki meşaleler, aralarında dolaşan melaneti aydınlatmaya yetmiyordu. O cengâver askerler çuval gibi yere yığılıyor, ölürlerken ağızlarından değil bir nida, son bir nefes bile çıkmıyordu. Yüzbaşı telaş içinde önce Deli Gücük’e doğru bir el ateş etti. Neden sonra arkasını dönerek birer birer yere düşen askerlerine doğru altıpatlarını saydırdı. Ateş sesini duyan, ancak henüz ne olup bittiğini anlayamayan askerlerden birkaçı oraya buraya ateş ederken, diğerleri de kılıçlarına davrandı. Korku ve telaş onların arasından geçerek Paşa’nın arabasına ulaştığında altı askerin atı binicisinin ağırlığından kurtulmuş, karanlığa doğru koşuyordu. “La’netullah!” diye bağırdı Hikmet Paşa. Hurşit tereddüt etmeden kendini arabadan dışarı atıp karanlığa doğru var gücüyle koşmaya başladı. Mutasarrıf Murtaza Efendi arabanın içinde büzüşmüş titriyor, bu beladan canlı kurtulmak için olsa gerek Allah’a yalvarıyordu. Sadece Kaymakam Halil Hilmi Efendi soğukkanlılığını korumaya çalışarak arabanın penceresinden dışarı karanlığa bakıyor, canavarı görmeye uğraşıyordu. Ancak o da arabanın etrafından vızır vızır geçen serseri kurşunlardan korunmak için sürekli içeri sığınmak zorunda kalıyordu. Arabanın sürücüsünün bu kurşunlardan kendini koruyamadığı Hikmet Paşa’nın kati emrinden sonra ortaya çıktı. “Geri!” demişti Paşa. “Geri döndür arabayı!” Askerlerin birkaçı Yüzbaşı’nın ikazlarına rağmen kaçmaya başladı. Yüzbaşı ise atını Paşa’nın arabasına doğru sürmekte, bir yandan da kınından çektiği kılıcını boşluğa sallamaktaydı. Ne çare ki çok geçti. Canavar arabaya ondan önce ulaşmış, bir omuz darbesiyle koca arabayı atlarıyla beraber yan yatırmayı başarmıştı. Arabanın içinde kısa bir şaşkınlık ardından panik havası oldu. Düşmenin etkisiyle patlayan gaz lambalarından sıçrayan alevler birkaç saniye içinde brandaları tutuşturmuştu. İçerdekiler yanmakla canavara yem olmak arasında bir tercih yapacaklardı artık. Yüzbaşı da arabaya yaklaşıyor, ancak yerde yatan kafası patlamış askerleri ve neyle karşı karşıya olduğunu bilememekten doğan tereddüt onu yavaşlatıyordu. Arabadan yükselen alevlerin aydınlattığı canavarı artık rahatlıkla görebiliyordu. Boyu neredeyse iki adam boyuydu, ancak kambur duruyordu. Üzerinde yırtık pırtık elbiseler vardı. Daha dikkatli bakınca bunun bir asker üniforması olduğunu anladı. Vücudunun bir tarafından kemikler dışarı fırlamıştı. Saçları dökük, gözleri neredeyse yuvalarından fırlayacak kadar açıktı. Elinde büyük bir kılıç tutuyordu. Canavar diğer elini arabanın penceresinden içeri daldırdı. Yüzbaşı canavarın neredeyse birkaç metre uzağındaydı artık. Atı alevlerden ürkmüş, daha fazla yaklaşmasına engel oluyordu. Gittikçe büyüyen yangın canavarın her ayrıntısını aydınlatıyordu. O an elindekinin bir kılıç değil, bedeninin bir uzantısı olduğunu fark etti. Uzun çok uzun bir tırnağa benziyordu. Canavar elini arabanın içinden çıkardığında Kaymakam’ı yakaladığını gördü. Atının üzerinden atlayarak kılıcını öne doğru kaldırdı ve taaruza geçti. O an kılıcı tutan kolunu bir el durdurdu. Arkasına baktığında bunun biraz önce karşılarına çıkan sakallı adam olduğunu gördü. Şimdi canavar kaymakamı gömleğinden tutup havaya kaldırmıştı. Arabanın içinden Hikmet Paşa’nın ve Mutasarrıf Murtaza Efendinin çığlıkları yükseliyordu. Yüzbaşı ne Deli Gücük’e karşı koyabiliyor ne de geri çekiliyordu. Gördüğü manzara sonunda onun da kanını dondurmuştu.
Kaymakam Halil Hilmi Efendi gözlerini onu tek eliyle havaya kaldıran canavarın gözlerine dikmişti. Korkuyordu ama daha çok şaşkındı. “Fikret,” dedi fısıltıyla. “Oğlum sen misin?” Canavar homurdandı, ardından tırnağını sert bir şekilde Halil Hilmi Efendi’nin boğazından içeri sapladı. Tırnak Halil Hilmi Efendi’nin kafasının içinden geçerek, tepesinden dışarı çıktı. Bir süre böyle kaldılar. Canavar elinin ucunda asılı duran cesedi bir süre seyretti. Neden sonra tıurnağını geri çekti ve Halil Hilmi Efendi’den arta kalanı yanan arabanın yanına bıraktı. Arabadan artık hiç ses gelmiyordu. Canavar karanlığın içinde kaybolup giderken Yüzbaşı kendine geldi. Önce arabaya doğru koştu ancak ateşin sıcağı onu geri püskürttü. Sonra arkasına baktı. Biraz önce onu tutan adamdan eser yoktu. Görebildiği sadece birkaç at ve yerde kafası parçalanmış yatan askerleriydi. Uzaktan karga sesleri duyuldu.
Gün aydınlandığında Yüzbaşı Sarıpınar’a geri dönmüştü. Geceki vahşi muharebeden kaçarak kurtulan sekiz askeri ve Kaymakam’ın memuru Hurşit de kasabadaydı. Onlara kızmadı. Hemen İstanbul’a bir telgraf çekip olan biteni dili döndüğünce anlattı. Ayrıntılara girmedi. Canavarın peşine düşmek için yeni emirler bekliyordu. Telgrafçının boşboğazlığıyla haber kısa zamanda bütün kasabaya yayıldı. Belediye Başkanı Arif Bey hemen duruma el koydu. Zabitlerden ve gönüllülerden oluşan bir grupla birlikte canavarın ardında bıraktıklarını topladı. Paşanın, Mutasarrıfın ve askerlerin naaşları memleketlerine gönderildi. Kahraman Kaymakam için kalabalık bir cenaze töreni yapıldı. O geceden sonra ne canavardan ne de Deli Gücük’ten haber alındı. Cinayetler bıçak gibi kesildi. Olanlar anlatılanlara, anlatılanlar hikâyelere, hikâyeler söylencelere dönüştü. Dilden dile, köyden köye dolaştı. Yazık oldu Halil Hilmi Efendiye. Kaymakamdı. Çok iyi adamdı. Başına bunlar geldiğine göre, demek ki büyük günah işlemiş, dedi anlatanlardan biri.