Yedizler Konağı (Kulaksız 1)

Anasayfa » Öyküler » Yedizler Konağı (Kulaksız 1)
yazan: Özgür Kurtuluş
Yedizler Konağı (Kulaksız 1)

Ferhunde Hanım ideal bir ev sahibesiydi. Belki ev arkadaşı demeliyim, çünkü ona kira vermiyordum. Üst katlarda ne yaptığım onu hiç ilgilendirmiyor, merdivenlerden çıktıktan sonra bütünüyle kendime ait bir evdeymişim gibi hissediyordum. Buraya geldiğim ilk gün viraneyi andıran çatı katım birkaç gün içinde yaşanabilir hâle gelmişti. Zaman zaman diğer odalarda keşif turlarına çıkıyor, tıpkı tozlu bir antika dükkanında dolaşıyormuş gibi yeni odam için küçük biblolar, manzara resimleri, az gıcırdayan iskembeler, sehpalar, kilimler topluyordum. Vaktimi çoğunlukla evin içinde geçiriyor, zorunda kalmadıkça dışarı çıkmıyordum. Yedizler Apartmanı kimsenin bana ulaşamayacağı bir yeni dünyaydı. Dünyada kendisi için birşey bulamayanların, başkaları için sözü olmayanların sığınabileceği bir yuva. 

Her öğleden sonra, güneş yorulmaya başladığında merdivenlerden aşağı iniyor, Ferhunde Hanım’ın bütün gününü geçirdiği, zamanda yolculuk odası adını verdiğim geniş salona  giriyordum. Yaşlı kadın, daha iyi çekmesi için pencerenin pervazına yerleştirdiği transistörlü radyodan çıkan cızırtılı türküler eşliğinde, divanda uzanıyor; çoğu zaman uyukluyor oluyordu, Benim geldiğimi fark ettiğinde eğer uyukluyorsa silik bir gülümsemeyle gözlerini aralıyor, radyonun sesini kıstıktan sonra binbir zahmetle ayağa kalkarak; beni yanına buyur ediyordu. O andan itibaren günümün en ilginç saatleri başlıyordu. Renkli likör bardakları birbiri ardına dolup boşalırken, Ferhunde Hanım’ın en güzel, en acı ve diğer en yıllarını; ya da aslında Yedizler Konağı’nın acıklı hikayesini, arkası yarın heyecanı içinde dinliyordum. Güneş ışıkları tülün narin dokusu içinden geçemeyecek kadar seyrelirken, Ferhunde Hanım aralıksız konuşmanın ve içtiğimiz likörlerin etkisiyle güçten düşüp de, kelimeleri yavaşladığını göz kapaklarının ağırlaştığını fark ettiğimde, izin isteyerek yeni dünyama çekiliyordum. 

Ferhunde Hanım’ın hikâyesi bir mayıs sabahında başlamıştı. O gün sadece ailesi için değil, tüm mahalle hatta tüm şehir için heyecanlı, unutulmaz bir gündü. Ferhunde Hanım ve altı kardeşi birbiri ardına dünyaya gelmişlerdi. Kentin zengin tüccarlarından biri olan babası Hüsnü Celal birkaç saat arayla çığlıkların arttığı yatak odasından çıkan kundaklı yavruların ardı arkası kesilmediğini görünce şaşkınlıktan fenalaşmış; yedi bebeğin heyecanını taşımakta zorlanan kalbi onu bir hayli sersemletmişti. Ancak asıl darbeyi yedinci misafirin henüz teşrif ettiği dakikalarda gelen acı bir haberle almıştı. Sevgili zevcesi Şükran, uzun doğumun sebep olduğu kan kaybına dayanamamış, son yavrusunu da ebeye emanet ettikten birkaç saniye sonra son nefesini vermişti. Hüsnü Celal dindar, kaderci  bir adamdı. Onun için bu apansız ayrılığa isyan etmek Allah’a isyan etmekle eş değerdi. Allah’ın hikmetinden sual olunmaz diyerek, canından çok sevdiği karısını kaybetmenin verdiği acıyı derinlere gömerek, bütün ilgisini Hakkın bahşettiği bu yedi yavruya bir an önce sunabilmek için cenaze hazırlıklarını başlattı. Bu mucizevi doğumu ve zamansız ölümü kulaktan kulağa haber alan akrabalar, dostlar ve hatta tanıdıklar kısa süre içinde mutlulukla acının harmanlandığı evin önünde birikmiş, beşi kız ikisi erkek yedi bebeği görmek için sabırsızlanmaktaydı. Bundan sonra onlar da yedizleri bağırlarına basacak, yavrulara analarının yokluğunu hissettirmemek için ellerinden geleni yapacaklardı.

Her bebeğe bir aile büyüğünün ismi layık görüldü. İlk doğana babannenin adı Ferhunde, Onu takiben, büyük hala Adniye, anneanne Keriman, büyük teyze Cavidan, büyükbaba Nurullah, küçük dayı Seyfullah ve anasının son nefesiyle ilk nefesini birleştiren sonuncuya da Şükran adı verildi.  İlk iş olarak daha büyük bir ev aranmaya başlandı. Yedi çocuğun sere serpe büyüyebileceği, çocukları görmek isteyen akrabaların gelip kalabileceği büyükçe bir konağa ihtiyaç vardı.  Hemen birkaç sokak yakındaki Karambol Çıkmazı’nda yeni yapılmakta olan üç katlı bir ev bunun için uygun görüldü ve birkaç ay içinde uşaklar, temizlikçiler, yemekçiler, bakıcılar, ve çocuklar cümbül cemaat Yedizler Konağı’na taşındı. Bundan sonra bu Konak yaşam serüvenine talihsiz başlayan yedi yavrunun ortak adıyla anılacaktı: Yedizler Konağı.

Beklendiği gibi konağın misafiri eksik olmuyordu. Görünüşte Hüsnü Celal’in yükünü hafifletmek için, ama aslında yedizlerin cıvıltısını görebilmek için, yakın akrabalar, uzak akrabalar, aile dostları, tanıdıklar, yatılılar, günü birlikçiler, şöyle bir uğrayıp hâl hatır soranlar evin her odasını dolduruyordu. Üstelik sadece tanışlar değil, yedizlerin hikayesini öğrenen mahalle eşrafı ve hatta kentin uzak köşelerinden sadece bu bahtsız kardeşleri görebilmek için yol tepip gelenler de evin önünde birikiyor; içeri girebilen şanslı azınlık çocukların tombul pembe yanaklarını öpücüklere boğuyordu. Yedi kardeş okul çağına gelene kadar sessizlik nedir bilmediler. Her zaman çevrelerinde altlarını değiştiren, üzerlerini giydiren, yemek yediren, yatağa götüren, azarlayan, seven, bağıran, öpen birileri oldu. Hüsnü Celal bu karmaşa içinde çocuklarına gereken disiplin verebilmek için sert ve soğuk görünüyordu. İçinde zevcesinin acısıyla yoğurduğu şefkatini onlara belli etmiyor; her gün bir yenisini eklediği katı kurallar ile konağı adeta bir kışlaya çeviriyordu. Hüsnü Celal’in isteğiyle, hepsi aynı gün doğan çocuklara birbirlerine göz kulak olsunlar diye olsa gerek, doğum sıralarına gore farklı yaşlardaymış gibi davranıyordu. İlk doğan Ferhunde’ye büyük abla sorumluluğu verilmiş; kendi yaşıtı kardeşleriyle arasındaki farkı algılayamayan kız çocuğu hayatı boyunca birçok kere kabahatı olmadığı halde “sen ablasın!” diye azar işitmişti. Ancak tıpkı Ferhunde gibi diğerleri de kendilerine biçilen abla-abi-kardeş rollerini zaman içinde kabul etmişler; bundan en büyük faydayı ise ‘en küçük kardeş’ olarak şımartılan ana yadigarı Şükran görmüştü.

Yedizler Konağında zaman güzel günleri hızla tüketti. On altı yıl boyunca Konak, çocukların şen şakrak kahkahalarla odadan odaya koşuşturmalarıyla inledi. On altı sene önce kanlı bir doğumu ölüm karasıyla lekeleyen kader; bir gün konağın çiçeklerinden birini apansız solduruverdi. İçlerinden en sessiz olanı; aklı başında, hanım hanımcık gül goncası Cavidan, uğursuz bir gecenin sabahında taze bedenini odasının tavanındaki kirişlerden birine astı. Hiç kimse Cavidan’ı bu büyük günaha sürükleyenin ne olduğunu öğrenemedi. Kimileri karasevda dedi, kimileri arsız bir delikanlının, gençlik ateşiyle başı dönen bu masumu kirlettiğini iddia etti. Herkesin içine bir nebze olsun rahatlatan açıklama tam beklendiği yerde cami imamından geldi.  Cavidan, evlat hasreti çeken cennetteki annesinin Allah’a yakarışlarına ilahi bir cevap olarak seçilmişti. 

Şükran Hanım’ın anısıyla her daim biraz hüzün kokan Konağıın sakinleri bu acıya katlanamadı. Artık altı kardeş kalan yedizlerinışıltısını kaybeden yüzleri konağın gölgelerine gizlendi. Akşam olup da herkes odalarına çekildiğinde, altı farklı yerden gelen isyankar haykırışlar, kapı altlarından sızan iniltilerle birlikte konağın karanlık koridorlarına yayılıyor, kentin rutubetiyle zayıflayan duvarlar bunca kederin altında ezilerek tuzla buz oluyordu. Ama trajedi, en büyük etkiyi o güne kadar güçlü, sert, kararlı ve neredeyse duygusuz baba rolünü kusursuz oynayan Hüsnü Celal üzerinde yaptı. Karısını erken kaybetmenin acısı, kızının ölümüyle tekrar dirilen bu kaderci adam bir daha kendini toparlayamadı. Önce işini gücünü savsakladı, ardından konağın cihannüma olarak kullanılan en üst katındaki loş bir odada içki şişelerinin arkasına saklandı.

Cavidan’ın acısı konağın sakinleri için dayanılmaz olmaya başlamıştı.  Mahallenin on altı yıldır parlayan mücevheri olan konak, ışıltısını giderek kaybederken, önceleri acıya ortak olmak, konağın aksayan düzenini yoluna koymak için sık sık uğrayan akrabaların, arkadaşların, tanıdıkların yavaş yavaş ayağı kesildi. Çok daha sonraları artık ücretlerini düzenli alamayan uşaklar, hizmetçiler, ahçılar, bahçıvanlar da konağı birer birer terk edecekti. Ancak gerçek ayrılıklar Seyfullah’ın denizci olma hayalleriyle yuvadan ayrılmasıyla başladı. Cavidan’ın gidişi üzerinden iki uzun sene geçmişti. Artık kendi ayakları üzerinde duracak yaşa ve olgunluğa geldiğini düşünen Seyfullah, o günlerde yeni yeni başlayan okyanus aşırı seferlere katılmak, engin denizlere  açılmak, bu hüzünlü evden fersah fersah uzaklardaki yeni ülkelere, yeni yaşamlara yelken açmak istiyordu.  Kardeşler söz birliği ederek bu ayrılığa karşı çıktılar. Hüsnü Celal de oğlunun yaban ellerde sonu belli olmayan maceralarda helak olmasını, hayatını gemi güvertelerinde harcamasını istemiyordu. Ama onu engelleyecek ne hevesi ne de gücü vardı. Bütün yalvarmalara, yakarmalara, dil dökmelere rağmen Seyfullah kararlıydı. Gidecekti. İçindeki yangını okyanusların enginliğinde söndürecekti. Limandaki alelacele ayrılık, sanki bir daha bir araya gelemeyeceklerinin saklı bir göstergesiydi. 

Seyfullah’ın gidişi Konağın silkinip kendine gelmesi için bir vesile oldu. Artık başka kayıp vermek istemeyen yedizlerin beş kardeşi artık büyüdüklerine ve ailenin sorumluluğunu üstlenme zamanının geldiğine inanmaya başlamıştı.  Nurullah eğitiminden vazgeçerek babasının işlerini devraldı. Hazıra dağ mı dayanırdı? Gittikçe tükenmekte olan aile servetini tekrar hali yoluna koymak gerekliydi. Adniye, Keriman ve Şükran üniversiteye gidecek, kendi ayaklarının üzerinde durabilmeyi öğreneceklerdi. Okumakta gözü olmayan Ferhunde’ye ise Konağı çekip çevirmek kalıyordu.  Çocuklarının gayretinin verdiği moralle Hüsnü Celal biraz kendine gelir gibi oldu. Odasından dışarı daha sık çıkarak, insan içine karıştı, Nurullah’a işle ilgili tavsiyelerde bulundu.   Ama bütün bu çaba, ayakta kalmaya, birlikte olmaya, yeniden güzel günler görmeye dönük gayretlenme nafileydi. Hani derler ya; uğursuzluk bir kere dadandı mı kırk büyücü  kırk gecede baştan savamaz diye. Sanki Yedizler Konağı’nın üstünde de böylesine güçlü bir lanet vardı. Hüsnü Celal’in sağlığı birdenbire bozuldu. Zaten keyifsiz olan iştahı hepten kesildi. Dağ gibi adam günden güne erimeye, güneş yanığı teni sararıp solmaya başladı. Ayakları su toplamış; eti çekilen kolları ve bacaklarına inat karnı altı aylık gebe gibi davul gibi kabarmıştı. Hüsnü Celal siroz illetine yakalanmıştı.

Hekimlerin dediğine göre yıllardır sabah başlayıp uyku ile bitirdiği içki şişeleri karaciğerini tüketmişti. Geri dönüşü yoktu. Ölecekti. Buna rağmen umudu kaybetmek istemeyen çocuklarının bütün yalvarmalarına karşın Hüsnü Celal verilen diyetleri uygulamadı, içkiyi bırakmadı, dilinin altında biriktirdiği ilaçları odanın kuytularına sakladı.

Her geçen gün acı katlanılmaz bir hâl aldı. Üst kattaki küçük banyoda yapılan ılık su pansumanları ölmeden çürümeye başlayan bedenini bir nebze olsun rahatlatsa da, asit kokan gecelerine çare olmadı. Ferhunde sürekli babasının yanındaydı. Elindeki kolonyalı mendillerle babasının artık pul pul dökülen tenini ovuyor; patlamaya hazırlanan bir balon gibi görünen karnını, bütün kıllarından arınan göğsünü, bedeninin dört bir yanında çıkan yıldız damarları, örümceksi benleri endişeli gözlerle inceliyordu. Hüsnü Celal sabahı olmayan bir geceydi. Artık yürüyemiyor, son nefesini vereceği yaylı karyolada küçülüyor, kayboluyordu. Bir şafak vakti bütün konak uyandı. Çocuklar teras katındaki küçük odada babalarının başında toplandı. Hüsnü Celal’in bir eli Adniye’de, diğer eli Keriman’daydı. Yatağın yanındaki her zamanki yerinde Ferhunde oturmaktaydı. Nurullah yaslı başını kapı pervazına yaslamış, yaşlı gözlerini odadan kaçırmaktaydı.  Babasının son nefesini görmeye dayanamayacağı düşünülen Şükran teyzesinin evine yollanmıştı.  Son günlerinde babasının yanında olması için Seyfullah’a de mektup yollanmıştı ama ne Seyfullah’dan ne de akıbetinden haber alınabilmişti. 

Odada, üzerini göğsüne kadar örten pikenin içinde sırt üstü uzanmış, başı yana eğik, gözleri yarı açık hasta adamın uzun atımlı düzensiz soluğunun hışıltısından başka ses çıkmıyordu. Zaman yavaşlamıştı: Saniyeler, dakika, dakikalar, saat, saatler gün gibiydi. Sonra herşey dondu. Hüsnü Celal’in soluğu tükendi. Yarıya kadar açılan ağzından asitik sıvıyla karışık bir uğultu sızdı. “Şükran,” dedi. Gerisini getiremedi.  

Yedizler Konağı mutsuzdu. Daha da mutsuz olacaktı. Uğursuzluğu Konak’ta bulan Nurullah, başka bir yere taşınmak, artık kendileri için fazla büyük gelen bu eski binayı yıktırmak, yerine çevrelerinde mantar gibi biten modern apartmanlardan yaptırmak istiyordu. Karambol Çıkmazı hala eskiydi, ama kent değişiyor, köhne konaklar, cumbalı evler, sanki bir kalıptan çıkmışcasına birbirine benzeyen beton bloklara teslim oluyordu. Ferhunde Nurullah’a şiddetle karşı çıktı. Burada büyümüşlerdi, bugüne kadar gördükleri herşeyi burada görmüşler, Cavidan’ı ve babalarını bu evde gömmüşlerdi. Konağın yıkılması demek, geçmişin silinmesi, ailenin bir daha bir araya gelmemek üzere dağılması demekti. Ona göre Nurullah’ın derdi sadece paraydı. Ailenin geçimini üstüne aldıktan sonra çok değişmiş, ağzından paradan başka laf işitilmez olmuştu. Nurullah’a göre, dünya değişiyordu. Artık eski usül tüccarlıkla bir yere varılmıyordu. Böyle giderse birkaç seneye kadar iflas edecek, ellerinde avuçlarında ne varsa hepsini kaybedeceklerdi. Yeni işlere el atmak, modern tüccarlık yapmak lazım geliyordu. Bunun için de para, çok para, daha çok para gerekiyordu. Konağın yerine yaptıracağı apartmandan kazanacağı parayla işleri doğrultacak, eski zengin günleri geri getirecekti. Ancak ne dediyse, ne yaptıysa ablasını razı edemedi. Ferhunde de konağın çok büyük olduğunu kabul ediyordu. Belki birkaç odayı kapatmak lazım geliyordu. Ama bu ev sadece duvarlar, koridorlar, odalar ve kapılardan oluşmuyordu. Herşey para demek değildi. Anılara saygı göstermek gerekiyordu. Bu evi yıkmak geçmişi yıkmak demekti. Sonunda orta yolda anlaştılar. Konağın dışına dokunulmayacak, yalnızca iç yapısında değişiklikler yapılarak; büyük odalar, geniş holler yerlerini daha küçük odalardan oluşan birbirinden bağımsız dairelere bırakacaktı.

Yedizler Konağı artık Yedizler Apartmanı olmuştu olmasına ama, değişiklik sadece odalarla sınırlı kalmadı. Kardeşler arasındaki ilişkilerde bu yapısal değişimden nasibini aldı.. Artık birbirlerini daha az görüyor, Konak’ta kaldıkları sınırlı zamanı kendi dairelerinde geçirmeyi tercih ediyorlardı. Ferhunde’nin isteksiz çabaları tekrar yakınlaşmalarına yetmedi. Artık büyümüşler, değişmişlerdi. Sanki sevdiklerini kaybetmenin başa çıkılamaz kederi birbirlerine bağlılıklarını köreltmişti.

Nurullah askere gidip geldikten birkaç ay sonra iş ortaklarının birinin kızıyla evlenerek apartmandan ayrıldı. Görünüşe göre kızdan çok hoşlanmıyordu. Bir aşk evliliği yerine işlerini yoluna koyacak mantıklı bir anlaşma yapmayı tercih etmişti. Adniye ve Keriman da okulllarını bitirdikten üç beş ay sonra birer iş bulup evden ayrıldılar. Kendi ayakları üzerinde durabilecekleri daha özgür, modern bir hayat yaşamak istiyorlardı. Bu son ayrılıklardan sonra, Ferhunde ve Şükran bir başlarına kalmışlardı. Şükran okumaya isteksizdi. Kardeşlerinin zoruyla üniversiteye girmiş, ama sonunu getirememişti.  Küçüklükten gelen alışkanlıkla sorumlulukdan kaçıyor; bütün günün renkli mecmuaları karıştırarak, arkadaşlarıyla laflayarak, uzun mektuplar yazarak geçiriyordu. Bir işin ucundan tutmadığı gibi, gün oluyor it ayağı yemiş gibi gece yarılarına kadar sokaklarda dolaşarak ablasının yüreğini ağzına getiriyordu. Ferhunde en çok böyle zamanlarda evde bir erkeğin eksikliğini hissediyordu. Belki evlenmeliydi. Yaşı daha gençti. Gerçi her sabah bakır işlemeli aynasının karşısında saçlarını tararken kendini olduğundan on yıl daha yaşlı görüyordu ama yine de güzel sayılırdı. Hayatı boyunca bu evde yalnız başına geçmişi anımsayarak yaşayacak değildi. İyi huylu, saygılı, yaşı yaşına, huyu huyuna denk bir kısmeti neden geri çevirsindi. Hem böylece evde Şükran’a sahip çıkacak, ayaklarının yere basmasını sağlayacak, arsız davranışlarını dizginleyecek bir erkek olurdu. Ama kiminle? Böyle düzeyli bir izdivacı kiminle yapacaktı? Ortalık servet avcısı kaynıyordu.

Yıllar bu sorularla ve kuşkularla aktı gitti. Derken trajedi kaldığı yerden devam etti. Adniye bir iki yıl önce evlendiği modern kocasının kendisini bir başka kadınla aldattığını öğrendi. Fısıltı gazetesiyle kulağına gelen ipuçlarını izleyerek adamla kadını bir otel odasında yakaladı. Nereden bulduğu meçhul bir tabancayla ikisini de oracıkta öldürüverdi. Bir kurşun da kendine sıkacaktı ki çevreden yetiştiler. Ama Adviye için hapishane günleri ölümden de beterdi. Beş yıl sonra akli dengesini yitirdiği gerekçesiyle bir hastaneye kapatıldı. Bir daha da ordan çıkamadı. Ferhunde’nin yaptığı bir iki ziyarette, kendi kardeşini tanımamış, uzun tırnaklarıyla kardeşinin yüzüne savurarak onu yanından kovalamıştı.

Nurullah evlendikten sonra işlerini düzene koymuştu. Ama  ev hayatı tam bir felaketti. Belki çocukları olsaydı bir ihtimal herşey daha kolay olabilirdi. Önce boşanmak istedi, ama beceremedi. O da babasının yolundan gitti. Babasının öldüğü yaşa erişemeden, aynı dertten göçtü gitti.

Bütün bunlar olurken Keriman’ın mutlu bir hayat süreceğini kim bilebilirdi? Adviye’nin evlendiği yıl yurt dışına gitti. Orada bir gavur evladıyla evlendi. Bir daha da geri dönmedi. Bayramdan bayrama Konağa gönderdiği  kartlarda hep aynı şey yazıyordu: “Ben iyiyim. İnşallah siz de iyisinizdir.”  Bir gün kart yerine bir telefon geldi. Kendi gibi naşı da topraklarına geri dönmedi.

Şükran Nurullah’ın öldüğü yıl evden kaçtı. Geride ne bir not ne de işaret bırakmıştı. Üç yıl sonra Konağa geri döndüğünde başından bir evlilik geçmiş, dünyaya talihsiz bir evlat getirmişti. Çocuğu hasta doğmuştu, kalbi delik, sol tarafı felçliydi. Yaşatmak için çok çabalamışlar ancak masumu bahtsız bir hayata ikna etmek mümkün olmamıştı. Çocuğunun akıbetiyle kaderden kaçmanın mümkün olmadığını inanan Şükran, pek sevmediği kocasından ayrılmış, Konağa geri dönmüştü. Ablası Ferhunde ile geçirdiği uzun ve yalnız yılların ardından o da Hakkın rahmetine kavuştuğunda huzursuz ve mutsuzdu.

Yaşadığı onca keder, çok çok uzun yıllar önce kaybettiği altı benzeri onu çoktan öldürmüştü. Ama bedeni inatla yaşamayı sürdürüyor; inancı intiharı önlüyordu. Daha doğarken lanetlendiklerini, yolları acıya sıvanmış hayatına mahkum olduğunu düşünüyordu. Ne evlenebilmiş ne de bu köhne konaktan kendini kurtarabilmişti. Kaderinden çok daha uzun süre yaşadığını düşünüyordu. Artık yeterdi. Yetmişti de.

Ferhunde bütün kardeşlerini kaybetmenin acısını daha fazla kaldıramayacağını, çok geçmeden onlara tekrar kavuşacağını, yeniden bir araya gelerek tekrar bir aile olacaklarını düşündüğü sıralarda, bir gece yarısı kapısı çalındı. Gelen, yıllar önce hayatından ümidini kestiği, bütün çabalarına rağmen izini kaybettiği Seyfullah’dı. Kapıyı açtığında onu ilk görüşte tanıdı. Ne yapacağını bilemeden öylece kapıda kaldı. Boynuna mı sarılmalıydı? Öfkesini mi kusmalıydı? Yıllar içinde tek tek yalnızlaşan konağın kapısını yüzüne mi çarpmalıydı? Tek söz etmeden kenara çekildi, evine geri dönmesine izin verdi. Seyfullah içeri girdiğinde, gittiğinden beri baştan aşağı değişen evi hiç yabancılamadan doğruca salona geçti.  Elindeki küçük kırmızı bavulu bir kenara bıraktı, onu hiç tanımayan bir koltuğa kurularak, bacak bacak üzerine attı, ablasının karşısına oturmasını bekledi. Yıllar ondan pek bir şey götürmemiş gibiydi. Aynı yaşta olmalarına rağmen Ferhunde’nin çocuğu hatta torunu kadar genç görünüyordu. Havai renkli bir takım elbisenin içinde, yüzünü gölgeleyen beyaz fötr bir şapkanın altından “Merhaba, abla,” dedi. Sanki onu ilk defa görür, ilk defa ‘abla’ der gibiydi. Ferhunde, Seyfullah’in mesafeli tavırlarına aynı şekilde karşılık verdi. Sorularını kesik cümlelerle cevapladı, öğrenmek istediği hiçbir şeyi sormadı. Bütün gece karşılıklı koltuklarda, isteksiz kelimelerin böldüğü sessizlikte birbirlerini seyrettiler. Çok farklıydı. Şapkayı başından bir an için bile olsun çıkarmıyor, buz gibi sesi çok uzaklardan geliyordu. Ferhunde karşısında oturanın kardeşi olduğunu görebiliyor, ama ona karşı ne sevgi ne şefkat hissediyordu. Sanki bir hayalet, ya da ürkütücü bir melekle karşısında konuşmaya, bakmaya nefes almaya korkuyordu. Alacakaranlığı birlikte karşıladılar. Güneşin doğmasına pek az kala Seyfullah banyoya gitmek için odadan çıktı. Ferhunde tuhaf bir dürtüyle onu takip etti. Kapının aralığından Seyfullahın aynadan yansıyan yüzünü görebiliyordu. Nihayet Seyfullah yüzünü yıkamak için şapkasını çıkardığında, Ferhunde cin görmüş gibi buz kesti, Seyfullah’ın kulak kepçeleri yoktu. Kardeşinin eksik yüzünden gözlerini ayırmadan öylece kalakalmıştı. Nihayet Seyfullah izlendiğini fark ederek, aynadan yansıyan bakışlarını kız kardeşinin gözlerine dikti. Ferhunde korkuyla salona geri döndü, biraz önce oturduğu koltuğa çöküverdi. Seyfullah geri döndüğünde hiç oturmadı. Masanın üzerinde biraz para bıraktı ve yerde duran kırmızı deri bavulu göstererek, “Bunu benim için saklar mısın?” dedi. Ferhunde cevap vermedi. “Birkaç yıla kadar,” dedi Seyfullah, “tekrar gelirim. O zamana kadar bavulu açmazsan sevinirim”. Ferhunde yerinden kalkmaya bile fırsat bulamadan Seyfullah çekti gitti. Bir daha da onun yüzünü hiç görmedi. Paraya hiç dokunmadı. Bavulu ise kilere sakladı. O geceyi hep bir hayal, yarım kalmış bir düş gibi anımsadı.

Ferhunde Hanım’ın hikayelerini dinlediğim uzun öğleden sonralarının ardından odama döndüğümde düşüncelere dalmaktan kendimi alamıyordum. Geçmişin tozu insanın üzerine bir kez bulaştı mı silkinmek kolay olmuyordu. Onun o ağır kelimeleriyle tane tane anlattığı hayatlar, beni kendi hayatıma, anımsamaktan uzak durmaya çabaladığım suretlere, seslere, sözlere götürüyordu. Odamdaki antik eşyalar sanki benimle konuşmaya başlıyor, ıssız konağın duvarlarında yankılanan sessiz kelimeler ile beni bana anlatıyordu. Anımsamak çaresi olmayan bir dertti. Uyumak bile ondan kaçmaya yetmiyor, beni baş belası hafızamın çarpıttığı rüyaların kucağına götürüyordu. 

Bir gün, hiç aklımda yokken ayaklarım beni kilere götürdü. Kapıyı araladığımda gözüme ilk çarpan tahta rafların en üstüne yerleştirilmiş kırmızı deri bavul oldu. Seyfullah’ın bavulu. Duraksamadan yıllardır yerinden kımıldamadığından bir toz … kaplanmış bavulu yerinden aldım. Biraz zorlanarak da olsa bavulun tokalarını açtım.