İnsanlığın 30 yıllık İnternet tecrübesinin küresel ekonomiye yansımasının büyük bir düş kırıklığı olduğunu söylersek abartmış olmayız. İnternet teknolojisinin karakteristik özellikleri; alt-yapıdan bağımsızlığı, şeffaflığı, kullanıcı denetimine imkân vermesi, gayri-merkeziliği ve küreselliği onun mevcut iktidar ilişkilerini demokratikleştireceğini, daha adil bir ekonomi için işlevsel bir araç olabileceğini düşündürüyordu. Ancak yıllar içinde İnternet’in, gelir dağılımındaki adaletsizliği giderebileceği, sömürülenlerin, ezilenlerin, dışlananların, ötekileştirenlerin, nispeten daha demokratik bu mecrada örgütlenerek küresel çapta haklarını daha güçlü savunabileceği inancı yıkıldı. Evet dijital ekonomi geleneksel kapitalizmin üretim ve dağıtım yapılarını yıkıyor ancak yerine daha adil bir sistemin geldiğini söylemek hayli zor.
Günümüzde dünyanın en zengin 70 kişi, 3,5 milyar insanın emeğine tekabül eden 2 trilyon doları kontrol ediyor. Ekonomideki ağ etkisi, platformların merkezileşmesine, rekabetin zayıflamasına ve tüketiciler için alternatiflerin azalmasına yol açtı. Kişisel veriler bir ürüne dönüşerek mahremiyeti yok etti. Sadece Avrupa’da kişisel veri pazarı 1 trilyon dolara yaklaştı. Esnek çalışma koşulları ve taşeronlaşma giderek yaygınlaşırken, kalıcı istihdam oranı başta ABD ve Avrupa olmak üzere dünyanın her yerinde azalıyor. Son 30 yılda dünya genelinde ücret artışı enflasyon oranının çok altında kaldı. Yeni iş modelleri, çevrimiçi emek komisyonculuğu üzerinden sömürüyü ve ayrımcılığı arttırdı. İşçilerin 100 yıllık bir mücadele ile elde ettiği kazanımlar hızla yitip gidiyor.
Kısacası kitleler yoksullaşırken zenginlik giderek daha az insanın elinde yoğunlaşıyor. Dijital ekonomi neo-liberal politikalarla örtüşerek, çalışanları ve tüketicileri koruyan regülasyonları ‘devrimci’ bir söylemle yerle bir etti. Bunu yaparken de demokrasi, özgürlük, paylaşım, topluluk gibi karşı-kültürün kavramlarını kullanarak toplum nezdinde destek bulmayı başardı. Bugün paylaşım ekonomisinin amiral gemisi olan UBER’e getirilmeye çalışılan kısıtlamaları protesto eden tüketiciler, 100 milyar dolarlık bir şirket için gösterdikleri ‘şanlı direnişi’, iş yaşamının uberleşmesinin yıkıcı bir sonucu olarak, kırk saatlik çalışma, sabit maaş ve sağlık sigortasının hayal olduğu günlerde nasıl hatırlayacaklar acaba?
Paylaşım ekonomisinin kavramının ortaya çıktığı ilk dönemde, tüketicilerin sosyal ağları kullanarak sahip oldukları metaları paylaşmaları hatta birer ortak mülkiyet haline getirmeleri oldukça çekici bir fikirdi. İnsanlar kurdukları web sitelerinde, ürün ve hizmetler üzerinden dayanışma ağları oluşturmaya başladılar. Kâr etme, fayda, rekabet gibi temel ekonomik kavramların yerini güven, yakınlık, paylaşmak gibi sosyal kavramların aldığı düşünülüyordu. Paylaşım ekonomisi, sahip olmanın yerine erişim kapasitesini koyarak geleneksel ekonomik ilişkileri sarsıyordu. İstediğiniz her an, her yerde bir otomobile erişim imkânına sahip olduğunuzda, bir otomobile sahip olma gereksinimi azalıyor. Bu durum Amerikalı ekonomi ve sosyal kuramcı Jeremy Rifkin’in Sıfır Marjinal Maliyet Toplumu adlı eserinin ana tartışma konusunu oluşturdu. Rifkin’e göre, pazar ekonomisi tarafından tetiklenen iki kesişen güç kendi çöküşlerini hazırladı; bir yanda müşteri çekip, kârı maksimize etmek için üretimi artırıp fiyatları düşürme çabası mal ve hizmet üretiminin ‘marjinal maliyetini’ düşürürken öte yanda insanlar arasındaki sürekli güçlenen bağlantı endüstriyel ölçekli aşırı üretim yerine ürünlerin ve hizmetlerin paylaşımlı şekilde harcanmasını teşvik ediyor. Böylece, marjinal maliyet sıfıra yaklaştıkça, rekabetçi yaklaşım ticari hayatı organize etmeye uygun olmaktan çıkıyor çünkü ortada uğruna rekabete girilecek pek de bir şey kalmıyordu.
Ancak paylaşım ekonomisi Silikon Vadisi’nin şık ofislerinde platform kapitalizminin içinde eritilerek kısa sürede düşük sermaye yatırımı ile yüksek kâr elde edilebilen bir iş modeline dönüştürüldü. Buna göre ortak kullanıma uygun ürün ve hizmetlerin, kullanılmadığı zamanlarda ya da ortak kullanılabilecek bir zaman aralığında, ihtiyacı olan başka kullanıcılara, uzmanlaşmış bir platform tarafından sunulması ve kullanıcının ödediği kullanım ücretinden platformun pay alması (komisyon) temeline dayanan bir işletme modeli ortaya çıkıyordu.
Mesela, havalimanında, giden yolcuların park ettiği otomobilleri kiralayan ParkFlyRent, eşyaları için ekstra alana ihtiyacı olanlarla, fazla alanı olanları buluşturan Djeepo, bilgisayarlarıyla ilgili teknik sorunlar yaşayan kişilerle teknik servis veren uzmanları buluşturan TechShare, aynı yönde giden yolcuları buluşturan Abel ve BlaBlaCar bu yeni paylaşım ekonomisinin ya da gerçek ismiyle esnek platform kapitalizminin önemli girişimleri oldular. Ancak büyük başarı hikâyeleri, araç paylaşımını bir taksi hizmeti olarak kurgulayan UBER ile konut paylaşımını bir konaklama hizmeti olarak kurgulayan AirBnb uygulamaları oldu. Bu şirketler çok hızlı yaygınlaştılar ve büyüdüler. Örneğin, UBER birkaç yıl içinde 83 ülkede 675’den fazla şehirde kullanılmaya başlandı. Paylaşım ekonomisinin amiral gemisi haline geldi.
Ancak herkes bilir ki paylaşmak karşılıksız bir edimdir. İki farklı durumdan birine işaret eder: Bir şeyin hediye olarak verilmesi anlamına gelebilir: “Yiyeceklerimin bir kısmını al”. Ya da birinin sizin sahip olduğunuz bir şeyi geçici olarak kullanmasına izin vermek şeklinde tarif edebilir: “Oyuncağını arkadaşıyla paylaştı.” Her iki durumda da ortada bir para alış-verişi yoktur. Oysa paylaşım ekonomisinde örneğin ilk durumda verdiğimiz ihtiyaç fazlası yiyeceğimiz karşılığında bir para alıyoruz. Bu satıştır. İkinci durumda, bir ödeme karşılığında oyuncağın kullanım hakkını belirli bir süre devrediyoruz. Bu da kiralamadır.
Paylaşımı ekonomisinin kapitalizm tarafından yorumlanması ile birlikte onu artık bir ekonomiye dönüştüren iki şey var: Birincisi paylaşımın artık tanımadığımız insanlar için de yapılıyor olması, ikincisi ise karşılıksız yapılmıyor olması. Buradaki bariz çelişkinin üstesinden gelmek için paylaşım ekonomisi kavramı yerine ‘kitle tabanlı kapitalizm’, diğeri ise paylaşım ekonomisinin merkezinde yer alan yazılım ve uygulamalara vurgu yapan ‘esnek platform kapitalizmi’.
Esnek platform kapitalizmi Nick Srnicek tarafından ortaya atılan bir kavram. Platform Capitalism adlı kitabında Srnicek, 5 farklı platform modelinden bahsediyor. Bunlardan birincisi kullanıcılardan elde ettikleri verileri reklam-verenlere satan Google, Facebook gibi reklamcılık platformları. İkincisi, Amazon Web Services ve Salesforce gibi bulut platformları. Üçüncüsü Siemens, General Electric gibi endüstriyel platform hizmeti veren şirketler. Dördüncüsü, Spotfy, Netflix gibi abonelik üzerinden içerik kiralayan ürün platformları. Son olarak paylaşım ekonomisi adı altında ürün ve hizmet sağlayıcılarla tüketicileri bir araya getiren UBER, AirBnb gibi esnek platformlar.
Esnek platformları diğer platform modellerinden farklı kılan özelliği, geleneksel ekonomik modeller üzerindeki yıkıcı etkisinin sadece mal ve hizmetlerle piyasa arasındaki değerleme ile sınırlı olmaması. Bu iş modeli, geleneksel ekonomik modeldeki üretici, tüketici, çalışan ilişkilerini tersyüz ediyor. Çalışanları güvencesizleştiriyor ve gerçek maliyetleri taşeronlaştırıyor. Bu iş modelinin yıkıcı etkilerini UBER Gerçeği: Yağmurdan Kaçarken Doluya Tutulmak adlı yazıda açıklamaya çalışmıştım. Paylaşım ekonomisi adıyla pazarlanan platform kapitalizminin, çalışanları şirketlerin insafına terk ederek, toplum üzerindeki yıkıcı etkilerinin eşitsizliği ve adaletsizliği arttıracağı muhakkak. Bunu tartışmamız ve geçmişteki modellere sarılmadan, alternatif modelleri tartışmaya açarak harekete geçmek gerekliliği bir zorunluluk olarak önümüzde duruyor.