Sinema 90’lar: 1990 Yılının En İyi 25 Filmi

yazan: Özgür Kurtuluş

Her insan kendi dönemimin filmlerini, müziklerini, romanlarını daha çok sever. Dönem derken insanın daha meraklı, araştırmacı, dış dünyaya daha açık, kişiliğini ve zevklerini geliştirdiği ve kendine ait (olduğunu düşündüğü) fikirler oluşturduğu 15-30 yaş arasından bahsediyorum. Benim için bu dönemin büyük bir kısmı 90’lı yıllarda geçti. Bir yüzyılın son on yılı olmasından mıdır, yoksa benim dünyayı anlamaya başladığım yıllar olduğundan mıdır bilmiyorum, 90’lı yılların diğer dönemlere göre daha “önemli” olduğunu düşündüm hep. Bu edebiyat, müzik, sinema için de geçerliydi elbet. 90’lı yıllar sineması bana göre sinemanın altın çağı. Bu kadar iddialı olmamın sebebi son yıllarda her yıl iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaki “iyi filmleri”, o yıllarda her hafta seyredebilmemdi. 90’larda ne kadar iyi filmler yapıldığını görmek için 50 filmlik bir 90’lar sineması listesi hazırlamaya giriştiğimde, listem önce 150 filme, sonrasında 250 filme çıktı. Benim için sadece bu bile yeterli ama daha fazlasını yapmak için, 90’lı yılları tek tek değerlendirmeye ve her yılın en iyi 25 filmini tanıtmaya karar verdim. Böylece ortaya bu ilk liste, “1990 Yılının En İyi 25 Filmi” çıktı. Umarım devamını da getirebilirim. İyi okumalar, iyi seyirler. 

25. UMUDA YOLCULUK (REISE DER HOFFNUNG)

İsviçreli yönetmen Xavier Koller’in”Umuda Yolculuk” filmi, Türkiye’den İsviçre’ye kaçak yollardan geçmeye çalışan Kürt bir ailenin öyküsünü anlatıyor. Haydar ve Meryem adında bir çift ve çocukları, yoksulluk ve zor şartlardan kaçıp Avrupa’da daha iyi bir geleceği umut ediyor. Aile, bu tehlikeli ve zor yolculuğa çıkmadan önce bir insan kaçakçısına çok para veriyor ancak dolandırılıyor. Film, ailenin karşılaştığı zorlukları, insanlık dışı muameleleri ve umutsuzluk içinde bile hayata tutunma çabalarını konu ediyor. “Umuda Yolculuk”, mültecilerin gerçeklerini ve insanların daha iyi bir yaşam için neleri göze alabileceklerini gösteriyor.

Film, sadece Türkiye’den İsviçre’ye gitmeye çalışan bir aileyi değil, dünya çapında mültecilerin yaşadığı zorlukları ve insanlık dışı muameleleri de vurguluyor. Oyuncular Necmettin Çobanoğlu ve Nur Sürer, karakterlerin sıkıntılarını, korkularını ve umutlarını başarılı bir şekilde yansıtıyor. “Umuda Yolculuk”, gerçek bir hikayeden esinlenmiş. Filmde anlatılan hikaye, Türkiye’den İsviçre’ye kaçak yollardan giden bir aile tarafından yönetmen Xavier Koller’e anlatılan olaylardan alınmış. Filmin bazı bölümlerinde anlatımda kopukluklar var ve dramatik yoğunluk kimi sahnelerde yüzeysel, ancak bu durum izleyiciyi duygusal olarak filmden koparmıyor. “Umuda Yolculuk”, konusu ve güçlü oyunculuklarıyla etkileyici bir film.

Bu film hakkında daha fazla bilgi

24. EDEPSİZ KIZ (DAS SCHRECKLICHE MÄDCHEN)

1990 yapımı “Edepsiz Kız” filmi, Almanya’nın küçük bir kasabasında yaşayan Sonja adında genç bir kızın hikayesini anlatıyor. Sonja, kasabanın sıradan gençlerinden biri ve okulda düzenlenen Almanya’nın Nazi dönemi hakkında bir kompozisyon yarışmasına katılıyor. Araştırmaları sırasında, kasabanın sakinlerinin Nazi geçmişiyle ilgili şok edici gerçekleri keşfediyor. Kasaba, Nazi direnişiyle bilinse de, Sonja birçok kişinin gizlice Gestapo ile iş birliği yaptığını ve kasabada Nazi köklerinin derin olduğunu ortaya çıkarıyor. Geçmiş hakkında sessiz kalan insanları gördükçe, Sonja bu konuda bir kitap yazmaya karar veriyor ve tehditlere rağmen çalışmalarını sürdürüyor.

“Edepsiz Kız”, yüzeysel bir cesaret hikayesi gibi görünse de aslında Alman toplumunun Nazi geçmişiyle yüzleşme konusundaki başarısızlığını eleştiriyor. Film gerçek bir olaydan esinlenmiş. Anna Rasmus’un otobiyografik eserinden ilham alan yönetmen Michael Verhoeven, kendi ailesinin Nazi geçmişi üzerine araştırmalar yaparak bu filmi çekmeye karar vermiş. Ancak film, kitabın tam bir uyarlaması değil. Lena Stolze’nin canlandırdığı Sonja karakteri, toplumsal hataların bedelini ödeyen bir kadını etkileyici bir şekilde yansıtıyor. Film, Heinrich Böll’ün “Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru” romanını anımsatıyor.

Bu film hakkında daha fazla bilgi

23. BERBERİN KOCASI (LE MARI DE LA COIFFEUSE) 

Yönetmenliğini Fransız yönetmen Patrice Leconte’un yaptığı “Berberin Kocası” (Le mari de la coiffeuse), çocukluk yıllarından beri berber dükkânlarına ve berber kadınlara duyduğu büyük ilgi nedeniyle bir berber ile evlenme hayali kuran Antoine (Jean Rochefort) adlı bir adamın hikayesini anlatır. Antoine, hayatına giren güzel ve gizemli berber Mathilde (Anna Galiena) ile evlenir ve hayallerini gerçekleştirir. Erotizm dolu bu evlilik Antoine ve Mathilde’in hayatlarında beklenmedik değişikliklere neden olur. Film, bu sıra dışı çiftin yaşadığı tutkulu aşkı, Antonine’nin geçmişine geri dönüşlerle sıcak ve yoğun bir biçimde anlatmayı başarıyor.  

Filmde başrol oyuncuları Jean Rochefort (Antoine) ve Anna Galiena’nın (Mathilde) güçlü kimyaları ve etkileyici performansları öne çıkıyor. Rochefort, berberin kocası olma hayalleriyle yaşayan Antoine karakterini zarif bir şekilde canlandırırken, Galiena ise gizemli ve büyüleyici bir güzellik sergiliyor. Berber dükkanının duvarları arasında yaşanan tutkulu erotizm,  Mathilde’in müşterilerini traş ederken yaşadığı tahrik edici sahneler, filmin atmosferini yoğunlaştıran ve izleyiciyi etki altına alan anları oluşturuyor. Filmin büyük bölümünün geçtiği berber dükkânının sıcak ve rahat atmosferi, dönem dekorasyonları ve duygusal yakın plan çekimler, seyirciyi hikayenin içine çekiyor. Patrice Leconte, duyguları ve erotik öğeleri yansıtmak için sıra dışı kamera açıları ve ışıklar kullanıyor. Berber dükkanında gerçekleşen sahnelerde, seyircinin dikkatini karakterlerin yüzlerine ve beden diline yönlendiren bir sinematografi benimsiyor. Michael Nyman tarafından bestelenen özgün müzikler karakterlerin duygularına mükemmel uyum sağlıyor. Eksantrik bir aşk hikayesi izlemek isteyenler için Fransız sinemasından harika bir film.

Bu film hakkında daha fazla bilgi

22. JU DOU

Ju Dou, Çinli yönetmenler Zhang Yimou ve Yang Fengliang tarafından yönetilen bir drama filmi. Hikaye, 1920’lerin Çin kırsalında geçiyor ve zorba bir fabrikatör olan Jinshan’ın (Li Wei) üçüncü eşi Ju Dou (Gong Li) ile yeğeni Tianqing (Li Baotian) arasında gelişen yasak aşkı anlatıyor. (Evet bir Behlül durumu var) Filmde, Jinshan, Ju Dou’ya sürekli kötü muamelede bulunur ve onu hapsederek fiziksel şiddete maruz bırakır. Bu süreçte Ju Dou, Tianqing ile yakınlaşır ve ikili arasında tutkulu bir aşk başlar. Bu yasak ilişkinin ortaya çıkması üzerine, toplumsal baskılar ve ahlaki değerler nedeniyle karakterler trajik sonuçlarla karşı karşıya kalır. 

Liu Heng tarafından Fuxi adlı (伏羲伏羲) romandan uyarlanan “Ju Dou” Çin Sineması’nın baş yapıtlarından biri kabul ediliyor. 1920’lerin Çin kırsalında geçen hikaye, yasak aşk, sadakat tutku, intikam ve kader temalarını işlerken, dönemin toplumsal ve ahlaki değerlerine eleştirel bir bakış sunuyor. Çin toplumunun geleneksel değerlerinin aşkın ve bireysel özgürlüğün önüne koyduğu engeller, filmin ana temasını oluşturuyor. Filmde Gong Li (Ju Dou) ve Li Baotian (Tianqing) gibi oyuncuların başarılı performansları, karakterlerin duygusal çatışmalarını ve içsel mücadelelerini inandırıcı ve dokunaklı bir şekilde perdeye yansıtıyor. Özellikle Gong Li’nin güçlü ve çarpıcı performansı, seyirciye Ju Dou karakterinin yaşadığı zorlukları ve duygusal dönüşümü mükemmel aktarıyor.

Çin ‘arthouse’ sinemasına yabancı olan seyirciler için filmin ağır temposu ve Ju Dou’nun karşı karşıya kaldığı duygusal ve fiziksel şiddetin acımasızlığı zorlayıcı gelebilir. Bununla birlikte film, Çin Sineması’nın sonraki dönemdeki yükselişinin habercisi gibi. “Ju Dou” seyirciyi zorlayan, düşündüren ve seyirci üzerindeki etkisini uzun süre devam ettiren bir film.

Bu film hakkında daha fazla bilgi

21. AVRUPA AVRUPA (EUROPA EUROPA)

Gerçek bir hikayeye dayanan Avrupa Avrupa, İkinci Dünya Savaşı döneminde Polonya’da, Solly Ganor (Marco Hofschneider) adlı bir Yahudi gencin hikâyesini anlatıyor. Solly, savaşın patlak vermesiyle birlikte ailesiyle birlikte Nazi Almanya’sına kaçmak zorunda kalır. Almanların gözüne giren Solly, Alman çocuğu olarak eğitilir ve sonunda Nazi SS birliklerine katılır. Solly savaş sırasında ve sonrasında kimliğini tekrar keşfeder ve Polonya’ya döner.

Europa Europa, yönetmenliğini Agnieszka Holland’ın yaptığı Alman-Fransız-Polonya ortak yapımı bir film. Filmin konusu, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’da büyüyen ve Nazi SS birliklerine katılan bir Yahudi genç olan Solomon Perel’in otobiyografik I Was Hitler Youth Salomon adlı romanına dayanıyor. Solomon Perel’in hikâyesi, İkinci Dünya Savaşı sırasında hayatta olan birçok Yahudininki gibi, oldukça ilginç ve acı bir hikâye.  Film, ‘bir Yahudi Nazi olursa neler olur” sorusu doğrultusunda ilerliyor. Bir Hollywood filmi olsaydı kolaylıkla istismar edilebilecek olan bu hikayeyi, yönetmen Agnieszka Holland son derece incelikli ve dikkatli bir şekilde işliyor. Holland, fiimin kahramanı gibi Polonya doğumlu, Nazi işgalinden oldukça zarar görmüş, savaş karşıtı, son derece politik bir yönetmen. Dolayısıyla bu ilginç konuyu oldukça dikkatli bir şekilde ele alıyor ve insanların savaş koşulları altında nasıl hayatta kalmaya çalıştıklarını ve nelere katlanmak zorunda kaldıklarını ajitasyona düşmeden göstermeyi başarıyor. Avrupa Avrupa yönetmenin en çok bilinen filmi.

Bu film hakkında daha fazla bilgi

20. YEŞİL KART (GREEN CARD)

Fransız göçmen George Faure (Gérard Depardieu), Amerika’da ikamet edebilmek için yeşil kart almak durumundadır. Bunun için, paraya ihtiyacı olan Amerikalı Bronte Parrish (Andie MacDowell) ile kağıt üzerinde sahte bir evlilik yapar. Evlilik, başlangıçta sadece düzenleme olduğu için çift birbirini tanımaz. Ancak, göçmenlik bürosu şüphelenerek evliliği incelemeye başlayınca, George ile Bronte gerçekten evli bir çift gibi yaşamak zorunda kalırlar. Başlangıçta hiç anlaşamayan ikili, gün geçtikçe birbirlerine karşı sıcak duygular beslemeye başlar ve sahte evlilikleri gerçek aşka dönüşür.

Avustralyalı Peter Weir’in yazıp yönettiği Yeşil Kart (1990), kültürel farklılıklar ve ABD’de göçmenlik deneyimi üzerine eğlenceli bir romantik komedi filmi. İyi bir romantik komedi filminin olmazsa olmazı, başrol oyuncuları arasındaki uyum ve kimyadır. Bu filmi de başarılı kılan en büyük etmen, Gérard Depardieu ve Andie MacDowell arasındaki ilişkinin inandırıcılığı olmuş. Weir’in yönetimi ve senaryosu karakterlerin duygusal değişimini samimi ve gerçekçi kılmış. Filmdeki başarılı diyaloglar, komik ve ironik bir hava yaratırken aynı zamanda karakterlerin iç dünyalarını ve farklı kültürlerin çatışmasını da başarılı bir şekilde ortaya koyuyor. Filmin en büyük eksisi olayların çok tahmin edilebilir şekilde gelişmesi. Bu anlamda klişe bir romantik komedi bile denilebilir. Bununla birlikte Yeşil Kart, izleyicilere New York’un büyüsünü ve enerjisini çok güzel yansıtan bir sinematografiye sahip. Şehir adeta filmin üçüncü başrol oyuncusu gibi ve hikayeye bağlanmayı kolaylaştıran bir unsur.

Bu film hakkında daha fazla bilgi

19. HENRY VE JUNE (HENRY AND JUNE)

1931 yılında Anais Nin (Maria de Medeiros) Paris’te  Henry Miller (Fred Ward) ve eşi June (Uma Thurman) ile tanışır. O sıralarda Henry Miller büyük eseri  “Yengeç Dönencesi”  üzerinde çalışmaktadır. June ise Paris ve New York arasında gidip gelerek oyunculuk işleri kovalamaktadır.  Anais Nin ise bir yandan ilk kitabını bitirmeye çalışırken öte yandan kocasının kendini tatmin edemediğini düşünmekte ve yeni cinsel deneyimler aramaktadır. Üçlü arasında ilk anda bir çekim olur. Ancak Anais  Henry’den çok biseksüel June’dan etkilenir.  June, ABD’ye dönmek zorunda kaldığında, Nin’e kocasıyla sevişmesi için onay verir. Fransa’ya geri döndüğünde ise üçlü arasındaki cinsel gerilim tırmanır.

Henry ve June ABD’de NC-17 (17 yaşından küçüklerin seyretmesi kesinlikle yasak) derecesini alan ilk film özelliği taşıyor. Bu derecelendirme filmin gişesine önemli derecede olumsuz etki yaparken, filmin belki gereğinden fazla tartışılmasına da sebep oldu. O döneme kadar pornografik içerikli filmler X olarak derecelendiriliyordu. Henry ve June bir porno film olmadığı için X ile derecelendirilmedi. Bununla birlikte 17 yaşından küçükler için sakıncalı bulundu. Filmin NC-17 ile derecelendirilmesinin sebebinin, Anaïs Nin’in, filmin açılış jeneriğinden üç dakika sonra, bir Japon kadın ve bir kalamarın yer aldığı müstehcen resimli bir kartpostala baktığı birkaç saniyelik çekim olduğu öne sürüldü. Yönetmen Philp Kaufman, “The Right Stuff” ve “The Unbearable Lightness of Being” gibi filme alınması zor romanların etkileyici sinematik uyarlamalarını yapmasının ardından, Henry ve June da büyük beklenti yaratmıştı. Ancak film hem seyirci hem de eleştirmenler için bir hayal kırıklığı oldu. Anais Nin’in günlüklerine dayanan hikaye basit ve sığ bulundu. Özellikle Maria de Medeiros ve Uma Thurman’ın oyunculukları beğenilmedi. Filmin bir sanat filmi mi yoksa entellektüel bir seks filmi mi olduğu tatışmaları aldı yürüdü. Filmdeki erotizmin yeterince derin yansıtılamadığından dem vuruldu. Sonuç olarak Henry ve June, Kaufman filmografisinin eserlerinden biri değil. Bununla birlikte film dönemin bohem hayatını yansıtması açısından ilgi çekici; sanat yönetimi ve görüntü yönetimi ise çok başarılı. Nitekim film, en iyi sinematografi dalında Oscar adayı oldu.

Bu film hakkında daha fazla bilgi

18. KARA ÖFKE (TO SLEEP WITH ANGER)

Güneyden gelen esrarengiz bir adam olan Harry Mention (Danny Glover), Los Angeles’ta yaşayan Gideon (Paul Butler) adında eski bir tanıdığını ziyarete gelir. Başlangıçta Harry’nin büyüleyici ve mütevazı tavrından etkilenen aile bireyleri onu iyi karşılar. Ancak zamanla Harry’nin varlığı aile içindeki gerilim ve çatışmanın bir kaynağı haline gelir, Gideon ile onun siyahi, orta sınıf ailesi üzerinde tuhaf bir etki yaratır. Harry’nin kötü niyetli tavırları ve karanlık enerjisi, özellikle Gideon, Suzie ve yetişkin oğulları Junior (Carl Lumbly) ve Babe Brother (Richard Brooks) arasındaki ilişkileri etkileyerek ailenin yapısında dramatik bir kopmaya neden olur.

Afro-Amerikan öncü film yapımcısı Charles Burmett tarafından yönetilen “Kara Öfke”, aile dramı ve siyahi folklorun benzersiz bir karışımı. Güney Los Angeles’ta geçen film, Burnett’in önceki filmlerindeki gerçekçi tarzından ayrılarak, gerçeküstü unsurları benimsemesiyle dikkat çekiyor. Afro-Amerikan yaşamı ve kültürüne özgün bir bakış açısı sunan filmde olaylar; inanç, aile ve geçmişin şimdiki zamana etkisi gibi temalar üzerinden gelişiyor. Burnett, filmdeki karakterlerin psikolojik derinliğini ve aile içi ilişkileri incelikle işleyerek, izleyicilere zengin ve katmanlı bir hikaye sunuyor. Yönetmenliği, filmdeki büyülü gerçekçilik unsurlarını ve folklorik temaları ustaca entegre ediyor, bu da filmi hem gerçekçi hem de fantastik bir hale getiriyor.  “Kara Öfke”, 1965 Watts isyanlarının ardından ortaya çıkan Afro-Amerikan kültürünü ekrana taşımayı amaçlayan film yapımcılarının oluşturduğu LA Rebellion hareketinin önemli bir eseri. Hareket, Haile Gerima, Billy Woodberry, Larry Clark, Jamaa Fanaka ve Julie Dash gibi film yapımcıları ve yönetmenler tarafından oluşturulmuştu. Hareketin çalışmaları bir dizi sinematografik gelenekten etkilenmişti, ve o dönemde Hollywood’da yaygın olan siyah tenle ilgili indirgeyici imgelere karşı çıkılmıştı.

Bu film hakkında daha fazla bilgi

17. ÇÖLDE ÇAY (THE SHELTERING SKY)

“Çölde Çay”, Port ve Kit Moresby (Debra Winger ve John Malkovich) adlı bir çiftin, II: Dünya Savaşı’ndan sonra Afrika kıtasında yaptıkları seyahati konu alıyor. Port ve Kit, evliliklerinin sıkıntılarından kaçmak için Afrika’ya giderler ve orada kendilerini yabancı, tehlikeli ve bilinmeyen bir dünyada bulurlar. İki sevgili yolculukları boyunca birbirlerinden giderek uzaklaşırlar. Özellikle çöle geldiklerinde ilişkileri daha da zorlaşır ve ikisi de kendi yollarını bulmaya çalışır. Port birlikte seyahat ettikleri Tunner (Campbell Scott) adında bir Avrupalı gençle duygusal olarak yakınlaşır ve onun sayesinde çölde yeni bir hayata başlar. Kit ise çölde diğerlerinden ve kendinden giderek uzaklaşmaktadır.

“Çölde Çay”, Paul Bowles’ın 1949 tarihli aynı adlı otobiyografik romanından uyarlanmış. Film insanların kendilerine yeni bir hayat arama çabasını ve çölün insanların düşüncelerini ve duygularını etkisini anlatıyor.  Bernardo Bertolucci filmleri, çoğunlukla toplumsal, ailevi ve siyasi ilişkiler içinde bireyin değişimini izler. Konformist (The Conformist, 1971), Paris’te Son Tango (Last Tango in Paris, 1972), 1900 (1976) ve Son İmparator (The Last Emperor, 1987) filmlerin gibi, Çölde Çay da aynı izleği takip ediyor. Modern, batılı, evli bir çiftin yaşadıkları hayata bir anlam verme serüveni, kendi yollarını bulma çabası ve bu sürecin zorlukları… Çöl, insanların kendi yollarını bulma çabasını daha da zorlaştıran bir mekan olarak kullanılmış. Filmin kahramanları, çölde kendilerine yeni bir hayat aramaya çalışırken birbirleri ile ilişkileri de giderek karmaşıklaşıyor. Sonuçta çölde yolunu bulmak kolay olmuyor.

Bu film hakkında daha fazla bilgi

16. BİR KATİL KİRALADIM (I HIRED A CONTRACT KILLER)

On beş yıllık işini kaybeden, hayattan bıkmış olan Henri Boulanger (Jean-Pierre Léaud) intihar etmeye kalkışır ancak başaramaz. Bir barda tanıştığı bir kiralık katil ile kendisini öldürmesi için anlaşır. Ancak hemen sonra bir kadına aşık olmasıyla hayata tekrar tutunur.  Artık ölmek istemediği için kiralık katili görevinden vazgeçirmeye çalışır. Ancak katil işini yapmakta kararlıdır ve birçok engellemeye rağmen sonunda Henri’yi öldürmek için harekete geçer.

“Bir Katil Kiraladım”, kendine has karanlık bir mizah anlayışı ile en özgün yönetmenlerden biri olan Danimarkalı yönetmen Aki Kaurismäki’nin yönettiği bir dram-komedi filmi. Kaurismäki, filmlerinde, bu filminde de olduğu gibi, genellikle insanların yaşamlarındaki umutsuzluk hissi üzerinde duruyor ve özellikle modern şehir yaşamının insanları nasıl bıktırdığını anlatıyor. Filmde, hayata küsmüş bir adamı canlandıran ve intihar etmek istediği sırada bir suikastçı tutarak hayatını sonlandırmak fırsatını yakalayan Henri Boulanger karakterinde Jean-Pierre Léaud’un performansı oldukça gerçekçi ve etkileyici. Filmin atmosferi oldukça kasvetli ve monoton. Ancak Kaurismäki’nin karakteristik mizah anlayışıyla birleşince ilginç bir denge yakalanıyor. Filmdeki diyaloglar oldukça kısa ve öz, ancak bu da filmin derinliğinden ödün vermiyor. “Bir Katil Kiraladım”, Kaurismäki’nin en iyi filmlerinden biri değil, ancak yönetmenin karakteristik tarzını yansıtan keyifli bir anlatı.

Bu film hakkında daha fazla bilgi

15. TALİHİN DÖNÜŞÜ (REVERSAL OF FORTUNE)

 

Konusunu gerçek bir olaydan alan “Talihin Dönüşü” (Revelsal of Fortune), 1981 yılında bir finansçı olan Claus von Bülow’un (Jeremy Irons) karısı Sunny von Bülow’un (Glenn Close) komaya girmesi ve olayın ardından Claus von Bülow’un cinayet suçlaması ile yargılanmasını anlatıyor. Claus von Bülow, Sunny von Bülow’un komaya girdiği gece yaptığı telefon araması ve sonrasında yaptığı açıklamalar nedeniyle suçlanır ve hapse mahkum edilir. Ancak von Bülow, bir süre sonra ikinci bir duruşmaya çıkarılır. Avukatı Alan Dershowitz (Ron Silver) tarafından güçlü bir şekilde savunulur.

“Talihin Dönüşü” gerçek ve ilginç bir konuya sahip. Von Bülow’un avukatı Alan Dershowitz’in aynı adlı kitabından uyarlanmış. Film, Jeremy Irons,  Glenn Close ve Alan Dershowitz gibi kalburüstü oyuncuların yer aldığı bir cast ile çekilmiş. Claus von Bülow, gerçek hayatta bir Danimarkalı finansçıydı ve 1981 yılında karısı Sunny von Bülow’un komaya girmesiyle ilgili cinayet suçlamasıyla yargılandı ve 1982 yılında mahkum edildi, ancak ikinci kez yargılandığında avukatları Alan Dershowitz ve Dan Small tarafından savunuldu ve beraat etti. Sunny von Bülow, komada kaldığı 20 yılının ardından 2008 yılında öldü. Film, diyalogları, doğrusal ilerlemeyen, yoğun geri-dönüşler (flash-back) içeren sahneleri ve kurgusuyla, bu ilginç ve gerçek hikayeyi akıcı bir şekilde anlatmayı başarıyor. Oyunculuklar da beklendiği gibi usta işi. Filmin temposu iyi bir Hichcock filmi gibi yerli yerinde. Zaten “Talihin Dönüşü” aldığı Altın Küre ve Oscar adaylıkları ve ödüllerle yılın öne çıkan filmlerinden birisi oldu.

Bu film hakkında daha fazla bilgi

14. NIKITA (LA FEMME NIKITA)

Uyuşturucu bağımlısı sosyopat bir punk olan Nikita (Anne Parillaud), karıştığı bir eczane soygununda bir polis memurunu öldürür. Ölüm cezası ile karşı karşıya kalınca kendisine teklif edilen gizli bir hükümet programına katılmayı kabul eder. Acımasız akıl hocası Bob’un (Tchéky Karyo) kanatları altında yeni bir kimlik ve birçok yeni yetenek kazanarak hükümetin kirli işlerini yapan ölümcül ve soğukkanlı bir suikastçıya dönüşür.  Gizemli hayatı hakkında hiçbir şey bilmeyen bir adama aşık olunca hayatı tekrar altüst olur.

Film vahşi dizginlenemez bir kadının erkek dünyasına uyumlaştırma hikayesi. Nikita başlarda tam bir erkek düşmanı. Ellerine kalem saplıyor, kulaklarını ısırıyor ve en ufak bir tahrikte kasıklarına tekme atıyor.  Filmde Nikita’ya kadınlığı öğretmesi için eski bir seks sembolü olan Jeanne Moreau’nun (filmdeki karakterinin adı Badem) seçilmesi ve  karakterin filmdeki şu repliği Nikita ve filmle ilgili çok şeyi aydınlatıyor:  “İki şey sınırsızdır: Kadınlık ve bundan yararlanmanın yolları.”  Kabaca eğer uyum gösterirsen, nasıl davranacağını bilirsen şimdi efendin gibi görünen bütün erkekler senin kölen olabilir. Nikita sevdiğim yönetmenlerden Luc Besson’u dünyaca tanıtan ve Ona yüksek bütçeli filmlerin kapısını aralayan film. Açıkçası Nikita olmasaydı “Leon” olmazdı. Besson, Nikita’da güçlü bir anlatıcı olduğunu kanıtladı. Başrol oyuncusu Anne Parillaud’un güçlü oyunu da Ona yardımcı oldu. Nikita’nın vahşi bir keşten ölümcül bir katile ve ilk kez aşkı yaşayan bir kadına dönüşmesini kusursuz bir şekilde gösterdi.  Ayrıca aksiyon sahnelerinde de son derece ikna edici bir iş çıkardı.

Bu film hakkında daha fazla bilgi

13. ÇİZGİ ÖTESİ (FLATLINERS) 

Ölümden sonraki yaşamla ilgili cevaplar arayan Chicago’lu tıp öğrencisi Nelson (Kiefer Sutherland), öğrenci arkadaşlarını, hayatına son vermeye ve ardından onu tam zamanında diriltmeye yardım etmeleri için ikna eder. Ateist David (Kevin Bacon), çapkın Joe (William Baldwin) ve içe kapanık Rachel (Julia Roberts) da bu deneye katılarak geçmiş tramvalarına doğru bir yolculuğa başlarlar. Deneyler daha sık hale geldikçe, her biri öte tarafa gidip-gelmenin doğaüstü sonuçlarıyla karşı karşıya kalırlar.

Joel Schumacher’in (The Lost Boys, Phone Booth, 8MM,  A Time to Kill, The Client) yönettiği Çizgi Ötesi’nde her şeyden biraz var. Film; bilimkurgu, korku, fantezi, psikolojik gerilim ve aşk türlerinin bir harmanı. Schumacher başarılı bir hikaye anlatıcısı olduğu için tür klişelerine saplanıp kalmadan bu karmaşadan tempolu ve heyecanlı bir film çıkarmayı başarıyor. Filmin oyuncu kadrosu oldukça güçlü. Tıp öğrencilerini canlandıran Julia Roberts, Kevin Bacon, Kiefer Sutherland, Oliver Platt ve William Baldwin’in kimyaları ve performansları filmin fantastik hikayesine kolaylıkla girebilmeyi sağlıyor. Çoğunlukla karanlıkta ve gölgelerde geçen hikayede ışık ve renk kullanımı çok başarılı. Filmin öte dünya ile ilgili fantastik bölümlerinde, kırmızı, turuncu ve mavi filtreler kullanılmış. Perdede baskın olan renk, karşılaşmanın iyi mi yoksa kötü mü olacağını ima ediyor. Örneğin, Nelson’ın öteki tarafa ilk yolculuğundan kısa süre sonra duvarda grafitilerin olduğu bir sokağa baktığı sahnede, grafitilerin soluk renklerinin yavaşça canlanması ve sonrasında yoğun ve mavi bir dumanla kaplanması hem sinematografik anlamda hem de renklerin hikayenin gerilimine yaptığı katkı bakımından etkileyici. Konu ölümden sonra yaşam olunca “Çizgi Ötesi” birçok alt okumaya olanak tanıyan bir film haline geliyor. Örneğin, ölümün sınırlarını araştıran çılgın bilim adamı teması Mary Shelley’in Frankenstein’ına bir gönderme. Ancak “Çizgi Ötesi”nde canavar kendini öyle hemen göstermiyor. Bu da filmin temposunu ve gerilimini sürekli yüksek tutuyor. 

Bu film hakkında daha fazla bilgi

12. MILLER GEÇİŞİ (MILLER’S CROSSING)

Yönetmenliğini Joel ve Ethan Coen kardeşlerin yaptığı “Miller Kavşağı” (Miller’s Crossing), 1920’li yılların Amerikan mafya dünyasını konu alan bir suç draması. Filmde olaylar, İrlandalı mafya lideri Leo O’Bannon (Albert Finney) ve onun sağ kolu Tom Reagan’ın (Gabriel Byrne) etrafında gelişiyor. Leo, İtalyan mafya lideri Johnny Caspar (Jon Polito) ile şehrin kontrolü üzerine bir güç mücadelesi yaşarken, Tom’un sadakati de sorgulanmaya başlar. Leo’nin sevgilisi Verna (Marcia Gay Harden) ve onun sorunlu kardeşi Bernie (John Turturro) ile ilişkileri, düğümlenen olayların daha da karmaşık hale gelmesine neden olur. İhanetler ve entrikalarla dolu bir atmosferde, Tom’un Leo’ya olan sadakatini sürdürmeye çalışması ve mafya dünyasındaki iktidar oyunlarında kendi hayatta kalma stratejisini belirlemesi filmde sürükleyici bir şekilde işlenir.

“Miller Kavşağı”, Coen Kardeşlerin erken dönem yapıtlarından biri. Stilize bir suç draması olmasının yanı sıra 1920’lerin Amerikan mafya dünyasında geçen güç mücadelelerini ve karmaşık karakter ilişkilerini yansıtan başarılı bir dönem filmi. Coen kardeşlerin kendilerine özgü senaryo ve yönetim tarzı, filmde hem görsel anlamda hem de hikaye anlatımında kendini fazlasıyla gösteriyor. Film, çarpıcı bir açılış sahnesi ile başlıyor ve Johnny Caspar’ın (Jon Polito) etkileyici monoloğu izleyiciyi daha ilk sahneden filmin içine çekiyor. Bu sahne, Coen Kardeşlerin özgün anlatım tarzının ve zengin diyaloglarının güzel bir örneği. Filmin başrol oyuncusu Gabriel Byrne (Tom Reagan), karmaşık ve muğlak bir karakteri başarıyla canlandırırken, Albert Finney (Leo O’Bannon) ve John Turturro (Bernie) gibi oyuncuların performansları da takdire değer. Özellikle Turturro’nun ormanlık “Miller’s Crossing” bölgesinde yaşadığı duygusal çöküş sahnesi, filmin unutulmaz sahnelerinden biri.

Bu film hakkında daha fazla bilgi

11. UYANIŞLAR (AWAKENINGS) 

Dr. Malcolm Sayer (Robin Williams) 1969 yılnda Bronx’ta yerel bir hastanede klinik doktor olarak işe alınır.  Utangaç bir nöroloist olan Dr. Sayer insan ilişkilerinde zorluklar yaşadığı için daha önce hastalarla hiç çalışmamış, sadece araştırma yapmıştır, Hastanede yarı-katatonik durumdaki hastaların yattığı bölümde göreve başlar. Bu hastalar beslenmek dışında dışsal etkilere tepki vermemektedir. Konuşmamakta ve neredeyse hareket etmemektedirler.  Birçoğu, 1916-17’de Avrupa’da başlayan ve 1920’lerde dünyayı kasıp kavuran ‘ensefalit’ salgınının kurbanlarıdır. Dr. Sayer bazı hastaların, belirli uyaranlara alışılmadık şekillerde tepki verdiğini fark eder. Bunun üzerinde çalışırken, bu hastalar arasındaki bazı ortak özelikler olduğunu, durumlarının Parkinson hastalığı ile bir ilişkisi olduğunu fark eder.  Hastane başhekimini zor da olsa ikna ederek, bir hastaya pahalı bir deneysel ilaç tedavisi uygulamaya başlar. Bu hasta, on bir yaşından beri katatonik durumda olan ve tüm bu yıllar boyunca sevgi dolu annesi tarafından bakılan kırk bir yaşındaki Leonard Lowe’dur (Robert De Niro). 

Penny Marshall’ın yönettiği “Uyanışlar” güçlü ve dokunaklı bir hikaye. Film, Malcolm Sayer karakterinin temelini oluşturan nörolog Oliver Sacks’in aynı adlı otobiyografik kitabından uyarlanmış. Hikaye gücünü yaşanmış bir olaydan ve iki usta oyuncunun sağlam performansından alıyor. Robin Williams diğer filmlerindeki neşeli, patlamalı oyunculuğunu bu filmde dizginliyor.  Sıradan bir karakteri, hayatında işinden başka bir şeye odaklanamayan doktorun sosyal izolasyonunu başarılı bir şekilde yansıtıyor.  Robert De Niro ise yıllar sonra hayata dönen hasta rolünde metot oyunculuğunu konuşturuyor.  Bununla birlikte De Niro’nun bu filmdeki performansı en iyilerinden biri değil. Bazı eleştirmenler De Niro’nun yıllar sonra hayata dönen bir adamdan çok anesteziden yeni uyanmış bir hastaya benzediğini düşünüyor. Sonuçta 30 yıl katatonik olsaydı uyandığında bu kadar kolay hareket edemezdi. Kasları körelmiş, sesi de uzun süre kullanılmadığı için kısık olmalıydı. Yönetmen Penny Marshall kardeşi Garry Marshall (Pretty Woman) gibi TV ve Sit-Com geleneğinden geldiği için, diğer filmlerinde olduğu gibi bu filmde de hikayeyi duygusal ve iyimser bir şekilde ele almak için gerçeklikten biraz uzaklaşmış görünüyor. Ancak bu durum filmin 1990’ın en iyilerinden olduğu gerçeğini değiştirmiyor. 

Bu film hakkında daha fazla bilgi

10. KIZIL EKİM (THE HUNT FOR RED OCTOBER)

Aksiyon filmi ustası John McTiernan’ın yönettiği “Kızıl Ekim” (The Hunt for Red October), Tom Clancy’nin aynı adlı çok satan romanından uyarlanmış. 1984 yılında Sovyet denizaltı kaptanı Marko Ramius’un (Sean Connery) kendisine verilen emirlere karşı gelerek, ABD’nin doğu kıyılarına doğru yola koyulmasını konu alıyor. Ramius’un denizaltısı “Red October”, son gizlilik teknolojileri ile donatılmış, radarlarda neredeyse görünmez olabilen nükleer bir silah.  Bununla birlikte, bir Amerikan denizaltısı kısa bir süreliğine Rus denizaltısının varlığını tespit ediyor.  CIA ajanı Jack Ryan (Alec Baldwin), ABD’ye bir saldırabileceğinden endişelendiği Ramius’un amacını anlamaya çalışıyor.

Kızıl Ekim bir denizaltı gerilimi filmi. Ancak bu türün baş yapıtları, Wolfgang Petersen’in “Das Boot”u ve James Cameron’un “The Abyss”i ile karşılaştırıldığında bir denizaltı filminden çok bir soğuk savaş politik gerilim filmi gibi duruyor. Gerilimin merkezi denizaltının içinde bulunduğu tehlikeli durum değil, kendisi. Bu sebeple diğer filmlerde gördüğümüz, sıkışmışlık, boğulma, denizaltında olmaktan kaynaklanan yüksek tehditler ve korkular bu filmde ikinci planda kalıyor. Birinci planda ise nükleer tehdit kaynaklı siyasi bir gerilim var. Bununla birlikte film, Sean Connery, Alec Baldwin, Scott Glenn, James Earl Jones, Sam Neill gibi isimlerden oluşan müthiş bir oyuncu kadrosuna sahip, kitaptaki karmaşık olay örgüsünü başarıyla perdeye taşıyan, tempolu, heyecan ve gerilim dolu bir film “Kızıl Ekim”.

Bu film hakkında daha fazla bilgi

9. VAHŞİ DUYGULAR (WILD AT HEART)

Lula hapisten şartlı tahliye ile salıverilen sevgilisi Sailor ile tekrar birlikte olmanın mutluluğu içindedir. Ancak Lula’nın psikopat annesi kızının Sailor ile birlikte olduğunu öğrendiğinde deliye döner.  İki sevgili anneden kaçmak için California’ya doğru yola çıkarlar.  Anne Sailor’ı öldürmesi için peşlerinden bir kiralık katil gönderir.  Tutkulu ve keyifli başlayan yolculukları, genç bir kadının bir araba kazasında ölmesine tanık olmalarıyla birlikte tuhaf ve gerilimli bir hal alır.

1990 yılında Cannes Film Festivali’nde büyük ödülü alan “Vahşi Duygular”, tam da David Lynch’den beklenecek tuhaflıkta, Bonnie ve Clyde tarzı bir yol filmi. Lynch bu filminde de tekinsiz, her an her şeyin olabileceği bir dünya kuruyor. Şiddetin, erotizmin ve mizahın tuhaf bir karmaşasını sunuyor.  Elbette yılan derisi ceketi, gösterişli kırmızı arabası ve Elvis takıntısı ile Sailor karakterini canlandıran Nicolas Cage’in, Lula’yı canlandıran Laura Dern’in ve psikopat kiralık katil Bobby Peru rolünde Willem Dafoe’nun performansları müthiş. Ancak bu bir Lynch filmi ve her filminde olduğu gibi bu filmde de başrolde Lynch’in bilinçaltı var.  Lynch’in ifadesiyle bu film, “”cehennemde aşkı bulmakla ilgili bir resim”.

Bu film hakkında daha fazla bilgi

8. DEHŞETİN NEFESİ (JACOP’S LADDER) 

Vietnam Savaşı gazisi Jacob Singer, çocuğunu kaybetmesi ile parçalanan eski evliliğinin yaralarını sarmaya çabalamaktadır. Ancak bir yandan da savaş travması, halüsinasyonlar, geçmişe dönüşler ve kafasındaki komplo teorileri ile boğuşmaktadır. Yeni karısı Jacob’ın akıl sağlığını korumasına yardımcı olmaya çalışsa da, Jacop için gerçek ile sanrı arasındaki sınır giderek belirsizleşmektedir.

“Dehşetin Nedefesi” (Jacob’s Ladder) kesinlikle rahatsız edici bir film. Bir sonraki sahnede ne ile karşılaşacağınızı kesinlikle tahmin edemiyorsunuz. Bazen kafanız karışıyor ancak film bittiğinde bu karmaşanın bir önemi kalmıyor. Sürekli bir belirsizlik, rüya ile gerçek arasındaki bulanıklık, insanı içine çeken duygusal bir kaos. “Dehşetin Nefesi”, politik göndermeleri, etkileyici sinemotografisi, ses ve müzik kullanımı ile değeri yeterince verilmemiş filmlerden. Tim Robbins’in bence en iyi performanslarından biri. Tek eksiği film boyunca süren yüksek gerilimin yeterince çarpıcı bir final ile bitirilmemesi. Filmin kült mertebesine erişememesinde bu zayıf finalin etkisi var.

Bu film hakkında daha fazla bilgi

7. GERÇEĞE ÇAĞRI (TOTAL RECALL)

Douglas Quaid (Arnold Schwarzenegger), 2084 yılında kolonize Mars’ı ziyaret etmeyi hayal eden, monoton hayatından sıkılmış bir inşaat işçisidir. Mars’ın heyecanını, oraya seyahat etmek zorunda kalmadan, yaşamak için insanların beyinlerine ‘yapay anılar’ yerleştiren bir şirket olan Recall’a müraacat eder. Ancak işlem sırasında bir şeyler ters gider ve  Quaid, hatırladığı tüm hayatının yapay bir anı olduğunu, aslında gerçek sandığı herkesin ve herşeyin yalandan ibaret olduğunu ve bunu kafasına yerleştiren insanların şimdi onun ölmesini istediğini keşfeder. Hayatı hakkındaki gerçekleri öğrenmek için Mars’a doğru bir yolculuğa çıkar.

Film tarzını çok beğendiğim Hollandalı yönetmen Paul Verhoven’ın tarafından yönetildi.  Kendisini “RoboCop” (1987), “Basic Instinct” (1992), “Starship Troopers” (1997) ve “Hollow Man” (2000) gibi başarılı filmlerden de tanıyoruz. Baştan aşağı aksiyon, süpriz dönüşler, sürekli tekinsizlik duygusuna sürükleyen sinematografisi, efsaneleşen sahne ve replikler, distopik Mars gezegeni setleri, üç memeli mutantı ile unutulmaz bir film “Gerçeğe Çağrı”.  Philip K Dick’in ‘We Can Remember It For You Wholesale’ adlı hikayesinin bir uyarlaması olmasına rağmen, Verhoven hikayeyi sadece bir çıkış noktası olarak kulanmış. Film, Mars ve Dünya, Gerçek ve Hayal, Yeraltı ve Yerüstü, gibi ikilikler üzerinden gelişen bir kahramanlık hikayesi.  Verhoven, ceset ve kanla dolu sahneler, devasa dekorlar, grotesk makyaj ve 1990’lar seyircisi için oldukça şaşırtıcı ve abartılı görsel efektler ile sıkıntıya fırsat vermeyen bir hikaye anlatıyor. Daha sonra bu filmin bir yeniden uyarlaması da yapıldı ancak orjinaline yaklaşamadı bile. 

Bu film hakkında daha fazla bilgi

6. KURTLARLA DANS (DANCE WITH WOLVES) 

Amerikan İç Savaşı sırasında Dakota bölgesinin vahşi doğasındaki uzak bir sınır karakoluna gönderilen Teğmen John Dunbar, burada kurtlarla ve yerel Sioux kabilesiyle karşılaşır. Zamanla Kabile üyeleriyle iyi ilişkiler geliştirir ve geçmiş yaşamını sorgulamaya başlar.  Kabile tarafından yetiştirilen beyaz bir kadına aşık olur. Bir süre sonra, ordunun sınır bölgesine yaklaşması ile birlikte, Teğmen Dunbar sadece kendisini değil, artık halkı olarak gördüğü yerlilerin hayatını da etkileyecek bir karar vermek zorundadır.

En iyi film, yönetmen, uyarlama senaryo dahil 7 Oscar kazanan “Kurtlarla Dans” (Dance with Wolves) epik bir western filmi. Hollywood’un kızılderili önyargısını kıran, Vahşi Batı’yı Kızılderililerin bakış açısından sunan filmde; kızılderililer iyi, Teğmen Dunbar hariç tüm beyaz adamlar kötü olarak temsil ediliyor. Michael Blake’in romanına dayanan filmde, kültürel bir asimilasyon tehdidi altında yaşayan Sioux kabilesinin hayatı nerdeyse antropolojik bir hassasiyetle, doğayla ahenk içinde yaşayan, barışçıl bir halk olarak yansıtılırken; beyazlar savaş ve yıkım peşinde koşan barbarlar olarak temsil ediliyorlar. Bu anlamda Kevin Costner’ın Oscar hedefiyle çektiği her sahnesinden belli olan filmi, Hollywood’un western tarihiyle yüzleşmesi olarak okunabilir.  3 saatlik film, temposuyla, pastoral görüntüleri, inandırıcı karakterleri, güçlü diyalogları ve ölçülü aksiyonuyla seyirciyi sıkmadan kendini seyrettirmeyi başarırken; uyum sağlama, hayatta kalma, taraf seçme gibi temalar etrafında dolaşıyor. Doğru ve yanlışın, savaş ve barışın, iyi ve kötünün bulanık sınırlarını parlak bir şekilde tasvir etmeyi başaran bir büyük insanlık hikayesi anlatıyor.

Bu film hakkında daha fazla bilgi

5. MAKASELLLER (EDWARD SCISSORHANDS)

“Makaseller” (Edward Scissorhands), 1991 yapımı bir Tim Burton filmi. Film, gizemli bir mucit tarafından yaratılan ve ellerinin yerinde dev makaslar olan Edward’ın (Johnny Depp) hikayesine odaklanıyor. Mucit, Edward’ı tamamlamadan önce öldüğü için, Edward’ın elleri asla normal hale getirilemez ve bu durum Edward’ı dışlanmış ve yalnız biri haline getirir. Ancak, Peg isimli bir Avon ürünleri satıcısı tarafından bulunur ve evine götürülür. Edward Peg’in ailesi ve komşularıyla hızlı bir şekilde kaynaşır ve Peg’in kızı Kim’e (Winona Ryder) aşık olur, Ancak bu karmaşık ve dokunaklı hikayede tahmin edilebilen birçok zorlukla karşılaşır. Film, Edward’ın yeni yaşamına uyum sağlama çabalarını ve topluma entegre olma sürecini anlatırken, aynı zamanda aşk, aidiyet, kabul ve dışlanma gibi evrensel temaları ele alıyor. 

En sevdiğim yönetmenlerden biri olan Tim Burton, görsel hikaye anlatımında, kanımca Hollywood’daki en usta ‘autör’lerden biri. Tim Burton, Beterböcek (1988) ve Batman’den (1989) sonraki üçüncü uzun metraj filmi olan “Makaseller”de, stilize bir görsel estetiği duygusal derinlik taşıyan bir hikayeyle birleştiriyor. Başrolde Johnny Depp, korkutucu makas ellerine rağmen masum ve saf bir ruh olan, kabul edilme ve sevgi arzusuyla dolu yapay adam Edward rolünde etkileyici bir performans sergiliyor. Depp’in performansı, Edward’ın masumiyetini, savunmasızlığını ve çaresizliğini hem dokunaklı hem de anlaşılabilir bir şekilde yakalıyor. Edward’ın sevgilisi Kim rolünde Winona Ryder, eşit derecede duygusal bir karşı nokta sunuyor. İkili arasındaki uyum, filmin fantastik öğelerini duygusal bir gerçeklikle dengelemeye yardımcı oluyor.  Edward’ın yaratıldığı gotik malikanenin mimarisi, pastel banliyöyle keskin bir tezat oluşturarak Edward’ın ‘normal’ toplumdan yalıtılmışlığını vurguluyor. Kostüm tasarımı, makyaj ve ikonik makas eller tasarımı da filmin etkileyici ve zamansız hissine katkıda bulunarak onu görsel bir zevk haline getiriyor.

Bu film hakkında daha fazla bilgi

4. BABA III (THE GODFATHER: PART III)

“Baba 3” (The Godfather: Part III), “The Godfather” (1972) ve “The Godfather: Part II” (1974) filmlerinin devamı ve üçlemenin son halkasını oluşturuyor.  Michael Corleone (Al Pacino), eski mafya ortakları ve rakipleri ile mücadele etmeye devam ediyor. Bu sırada bir havayolu şirketinin satın almaya çalışırken, aynı zamanda geçmişte yaptığı hataları telafi etmeye çalışıyor.  Hikaye odak noktasına, Michael’în küçük kızı Mary (Sofia Coppola) ile ilişkisini koyuyor.

“The Godfather”  filmleri serisinin sinema tarihi açısından önemi tartışılmaz. Francis Ford Coppola’nın bu epik mafya film serisindeki yönetmenliği, sinema anlatımında derinlik ve yenilik getirdi. Bu filmler, karakter gelişimi, hikaye anlatımı ve sinematografi açısından zengin ve katmanlı bir yapı sunarak, kendinden önceki diğer eserlerden ayrılır. Bununla birlikte “Baba 3”; “The Godfather” ve “The Godfather: Part II” filmlerine göre daha az etkileyici bulunmuştu. Francis Ford Coppola, filmlerin tek tek değil üçleme olarak düşünülmesi gerektiğini savunsa da, eleştirmenlerin filmi serinin en kötü filmi olarak yaftalamasına engel olamadı. Gerçekten de film büyük bir beklentiye sebep olduğu için olsa gerek bence hak ettiği değeri hiç görmedi ve diğer iki filmin gölgesinde kaldı. Ben bu konuda Coppola’ya katılıyorum. Her üçlemenin eleştirmenler ve izleyiciler tarafından seçilen bir günah keçisi bölümü vardır. Baba 3, bu üçlemenin günah keçisi seçildi ve haksızca eleştirildi bana kalırsa.

Bu film hakkında daha fazla bilgi

3. YAKIN PLAN (NEMA-YE NAZDIK / CLOSE UP)

Film, bir yazar olan Hossain Sabzian’ın gerçek hikayesine dayanır. Sabzian bir kütüphane görevlisi olarak çalışan sıradan bir adamdır. Ancak bir gün, yazar Mohsen Makhmalbaf’ın bir filmi olan “Koker” hakkında bir makale yazmak için Makhmalbaf’ın evine gider. Burada, Makhmalbaf ve ailesinin yanı sıra birkaç diğer ziyaretçi ile Makhmalbaf’ın filmleriyle ilgili bir sohbete katılır. Bir süre sonra Sabzian, Tahran’da hali vakti yerinde bir aileye, kendisini yönetmen Mohsen Makhmalbaf olarak tanıtır. Bu durum yanlış anlaşılmalara yol açar ve Sabzian dolandırıcılık suçlamasıyla tutuklanır. “Yakın Plan”, Sabzian’ın tutukluluğu sırasında çekilen görüntülerden oluşur. Film kurmaca ile belgesel arasında gidip gelir. 

Yakın Plan, İran sinemasının önemli yapıtlarından ve İran sinemasının en önemli yönetmenlerinden Abbas Kiarostami’nin ilk filmi.  Film  “Close Up” adıyla dünya çapında ün kazandı ve birçok festivalde ödüllendirildi.  Kiarostami’nin “The Koker Trilogy” adını verdiği üçlemenin ilk filmi olma özelliği de taşıyor. Üçlemenin ikinci filmi “And Life Goes On…” ve üçüncü filmi “Through the Olive Trees”. 

Film, İran’da ve dünya genelinde birçok ödül kazandı ve İran sinemasının dünya çapında tanınır hale gelmesine yardımcı oldu. Yakın Plan, dünya genelinde sinema eleştirmenleri tarafından da olumlu bir şekilde değerlendirildi ve Kiarostami’nin yönetmenlik tarzı ve yaratıcı yapım teknikleriyle övgü aldı. Kiarostami, belgesel ve kurmaca; yaşam ve kurgu arasında dolaşan bir yönetmen. Onu “Yakın Plan”ı çekmeye iten de hikayenin gerçekle ve elbette gerçeğin estetik bir yansıması olan sinema ile ilişkisi olsa gerek. Nitekim Kiarostami davayı duyar duymaz filmi çekmeye karar verir ve tüm duruşmaları filme alır. Hatta çekim programı hazırlarken bazı dava tarihlerinin öne alınması için hakime dilekçe bile verir.

Bu film hakkında daha fazla bilgi

2. ÖLÜM KİTABI (MISERY) 

Çok satan romanların yazarı Paul Sheldon, son kitabını bitirmek için inzivaya çekildiği yerden otomobiliyle evine dönerken, tuhaf bir kar fırtınasına yakalanır ve kaza yapar. Ciddi şekilde yaralanır ancak şans eseri eski bir hemşire olan Annie Wilkes tarafından kurtarılır. Annie, Paul’ün romanlarının takıntılı bir hayranıdır ve  Paul’un henüz tamamladığı son romanında en sevdiği kadın kahramanı öldürdüğünü öğrendiğinde verdiği tepki kelimenin tam anlamıyla dehşet vericidir.

“Ölüm Kitabı” (Misery), gerilimin dozunu her sahnede arttırmayı başarabilen, karakterin içinde bulunduğu endişe ve dehşeti seyirciye aktarmayı başarabilen bir film. Stephen King romanlarından yapılan en iyi uyarlamalardan biri olduğunu düşünüyorum. Yönetmen Rob Reiner, Sheldon’ın esaretinin kapalı ve yoğun atmosferini iyi yansıtarak, gerilim ve heyecanı etkili bir şekilde inşa ediyor. Ancak bu film bir yönetmen filmi değil, senaryo ve oyuncu filmi. Dolayısıyla senarist William Goldman’ın King’in kitabından yaptığı uyarlamanın hakkını vermek gerekir. Filmin çok büyük bir bölümü Paul Sheldon ile Annie Wilkes arasındaki olaylar ve diyaloglarla ikili bir şekilde geçiyor. Bu sebeple iki oyuncunun yüksek performansı filmin başarısını doğrudan belirliyor. James Caan, tutsak edilen yazarın baskı altında, kontrollü tutumunu çok iyi yansıtırken, Kathy Bates, bu Oscarlık performansında, tatlı bir hemşireden acımasız bir fanatiğe anında geçiş yapabilme yeteneği ile göz kamaştırıyor. Stephen King, Kathy Bates’in canlandırdığı hemşire Annie karakterinden öylesine etkilenmiş ki, daha sonraları yazdığı “Dolores Claiborne” adlı romanındaki baş karakteri filmdeki Bates’i düşünerek yaratmış. TV için hazırladığı “The Stand” adlı TV mini dizisindeki bir erkek karakteri de, Bates’in oynayabilmesi için kadın olarak yeniden yazmış.

Bu film hakkında daha fazla bilgi

1. SIKI DOSTLAR (GOODFELLAS)

Sıkı Dostlar” (Goodfellas), gerçek bir hikayeye dayanan, Amerikan mafyasının iç dünyasını ve suç dünyasındaki yükseliş ve düşüşleri konu alan etkileyici bir suç draması. Suç filmlerinin ustası sayılan Martin Scorsese’nin yönetmenliğini yaptığı film, oyuncularıyla da bir yıldızlar geçidi.  Filmin ana karakteri Henry Hill (Ray Liotta) çocukluk yıllarından itibaren mafya dünyasına adım atar ve zamanla suç dünyasında yükselen biri olur. James Conway (Robert De Niro) ve Tommy DeVito (Jee Pesci) ile birlikte büyük soygunlar gerçekleştiren Henry, hem mafyanın içindeki güç mücadeleleriyle hem de aile hayatı ve ilişkilerinde yaşadığı çalkantılarla karşı karşıya kalır. Polis baskısı ve mafya içi çatışmaların arttığı bir dönemde, Henry’nin hayatta kalma mücadelesi ve mafya dünyasındaki yerini koruma çabası sürükleyici bir şekilde anlatılır.

Suç-drama türünde sinema tarihinin en gerçekçi filmlerinden biri olan “Sıkı Dostlar”,  yönetmen Martin Scorsese’nin başyapıtlarından biri olarak kabul edilir. Scorsese, gerçek bir mafya üyesi olan Nicholas Pileggi’nin “Wiseguy” adlı kitabına dayanır ve gerçek suçlu Henry Hill’in yaşam öyküsünü anlatır.  Scorsese bu gerçek hikayeyi mükemmel bir şekilde perdeye aktararak Amerikan mafyasının karmaşık dünyasına doğrudan bir bakış atar. Filmde Robert De Niro, Ray Liotta ve Joe Pesci’nin başarılı performanslarıyla öne çıkan karakterlerin derinlikli bir şekilde işlenmesi izleyiciyi suç dünyasının içine çekiyor. Ayrıca filmde yer alan dönem müzikleri ve Scorsese’nin özgün sinematografisi, 1960’lar ve 1970’lerin atmosferini canlı bir şekilde yansıtıyor. Filmdeki yüksek şiddet dozu, mafyanın romantize edilmemesi, mafya dünyasındaki hiyerarşi, güç mücadeleleri ve ahlaki çöküşleri de etkileyici bir şekilde perdeye taşıyor.

Filmin en güçlü yönlerinden biri şüphesiz etkileyici oyuncu kadrosu. Robert De Niro, Ray Liotta ve Joe Pesci’nin muhteşem performansları, karakterlerin karmaşıklığı ve insan doğasındaki karanlık yönler mükemmel bir şekilde yansıtıyor. Ayrıca, Lorraine Bracco ve Paul Sorvino gibi yetenekli oyuncuların da katkılarıyla, film karakter odaklı bir anlatıma oturuyor. Filmdeki müzik seçimleri ve dikkat çeken hareketli kamera kullanımı da izleyiciyi adeta hikayenin içine çekiyor.

“Sıkı Dostlar” izleyiciye suç dünyası içinde, gerçekçi ve unutulmaz bir deneyim yaşatarak kült filmler mertebesine ulaştı. 1990 yılında En İyi Film dahil olmak üzere altı dalda Oscar’a aday gösterildi ve Joe Pesci, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında ödülü kazandı. Ayrıca, film, Amerikan Film Enstitüsü’nün (AFI) “Tüm Zamanların En İyi 100 Amerikan Filmi” listesinde yer alıyor.

Bu film hakkında daha fazla bilgi

Elbette herkesin seçkisi ve sıralaması farklılıklar gösterebilir. 1990 yılının en popüler filmleri olan Özel bir Kadın (Pretty Woman) ya da Hayalet (Ghost) gibi filmlerin bu listede neden olmadığı sorgulanabilir. Bunun nedeni listeyi 25 ile sınırlandırmış olmam. Yoksa 1990 yılından 50 filmlik bir liste bile yapılabilirdi. O yıl o kadar çok iyi film yapıldı ki, 90’larda sinemanın yükselişinin işaret fişeği 1990 yılında atıldı diyebilirim. Bu yıldan sonra on yıl boyunca her sene Holywood’tan ve dünya sinemasından farklı türlerde sinemasal anlatının zirvesine ulaşan onlarca iyi film gördük. “1991 Yılının En İyi 25 Filmi” seçkisinde görüşmek üzere…

BONUS: 1990 Yılın En İyi 5 Türk Filmi

5. KARARTMA GECELERİ

1944 yılında II. Dünya Savaşı’nın son döneminde İstanbul hava saldırısına karşı her gece karartılmaktadır.  Yazdığı ‘Sınıf’ adlı şiir kitabı yasaklanan ve hakkında soruşturma açılan sol görüşlü edebiyat öğretmeni Mustafa Ural (Tarık Akan) polisten kaçmaktadır. Sıkıyönetim altındaki ülkede herkes birbirinden korkmakta, devlet çeşitli paramiliter güçlerle toplum üzerinde baskı kurmaktadır. Hapse giren arkadaşlarının işkence gördüğünü öğrenen Mustafa, işkenceye maruz kalmamak için kaçarken, dönemin baskı ortamında arkadaş olarak bildiklerinin nasıl taraf değiştirdiklerine, en yakındakilerinin ihanetine şahit olur. 

Rıfat Ilgaz’ın 1974 yılında yayınlanan, aynı adlı otobiyografik ögeler içeren romanından uyarlanan “Karartma Geceleri” Yusuf Kurçenli tarafından yönetildi. Roman (ve Film) 1940’larda İkinci Dünya Savaşı sırasında dünyada ve Türkiye’deki politik ortamı çok iyi yansıtıyor. Örneğin romandan alınan şu cümle, o dönem Türkiye’deki aydınların ruh durumunu gözler önüne seriyor:

“…çağ belliydi, kendisi gibi düşünenleri, batı sınırının ötesinde rahatça kurşuna dizebiliyorlardı. Sınırların ötesinde kalan uygar bir dünya, şimdi aydınların boğazlandığı bir tutsaklar ülkesiydi. Bu topraklar üstünde kelepçe vardı, pranga vardı, türlü işkenceler de vardı ama, henüz ölüm kampları, fırınlar, kurşuna dizilmeler yoktu. (Karartma Geceleri, sf:10)”

Filmde solcu öğretmen Mustafa rolüyle Tarık Akan “samimi” bir performans ortaya koyuyor. Karakterin ruh halini öyle içselleştirmiş ki, filmde onunla birlikte kaçıyor, saklanıyor, seviniyor ve hayal kırıklığına uğruyorsunuz. Tarık Akan’ın performansı, inandığı değerler ve mücadele ile ailesinin güvenliği arasında sıkışmışlığı çok iyi yansıtıyor.

Bu film hakkında daha fazla bilgi

4. TATAR RAMAZAN

İkinci Dünya Savaşı döneminde geçen filmde, bir tarla sorunu nedeniyle cinayet işleyen ve hapse giren Tatar Ramazan’ın hikayesi anlatılıyor.  Filmin baş karakteri Ramazan (Kadir İnanır), dürüst, namuslu ve adaletli bir Tatar köylüsüdür. Haksızlığa tahammül edemeyen, doğru bildiği yoldan ayrılmayan yiğit bir adamdır. Hapishane hayatı da adaletsizlik ve zorbalıkla doludur. Ramazan, burada da hapishane yönetimiyle ve hapishanedeki çetelerle mücadele eder.  Cezası tamamlandıktan sonra da düşmanları peşini bırakmaz. Yeniden adam öldürür ve tekrar hapse döner. Hayatı hapiste ve sürgünlerde adalet arayışı ile geçer.

Kerim Korcan’ın aynı adlı eserinden uyarlanan filmin yönetmenliğini Melih Gülgen üstlenmiş. Tatar Ramazan, Türk Sinemasının en bilinen karakterlerinden biri. Filmde Tatar Ramazan, adaletsizliğe, haksızlığa karşı insan onurunu temsil ediyor. Kadir İnanır başarıyla altından kalktığı Tatar Ramazan rolü ile özdeleştirilmiş, hatta birçok dizi ve reklam da bu sert mizaçlı tarzı devam ettirmiştir. Zaman zaman dramatizasyonu fazla abartıldığı, temponun düştüğü film, hikayenin gerçekçiliği sayesinde seyirciyi yakalamayı başarıyor. Film, adalet ve insan onuru temalarını işlerken, dönemin Türkiye’sinin toplumsal ve politik sorunlarına da değinerek, sosyal bir eleştiri de yapıyor. “Tatar Ramazan” filmini ilginç kılan başka bir detay ise çok beğenilen müziklerinin Ahmet Kaya tarafından yapılmış olması. “Tatar Ramazan” filmi çok ilgi görünce, “Tatar Ramazan Sürgünde” adlı devam filmi çekildi. Daha sonraları TV dizisine de uyarlandı.

Bu film hakkında daha fazla bilgi

3. KARILAR KOĞUŞU 

Kemal Tahir’in aynı adlı otobiyografik romanından uyarlanan “Karılar Koğuşu”, siyasi suçlu Murat’ın (Kadir İnanır) 15 yıllık cezasının, Malatya Cezaevi’nde yattığı 3 aylık bölümünü anlatıyor. Murat cezaevinde herkesin saygısını kazanır. Bir yandan hapishane işlerine yardımcı olurken, bir yandan da hapishanede yer alan “Karılar Koğuşu” adlı bölümde, farklı suçlar işlemiş kadınların sorunlarıyla ilgilenir. Bu sırada koğuşta yatan Malatya Genelevi’nin ünlü sermayesi Tözey (Hülya Koçyiğit) ile aralarında duygusal bir yakınlaşma olur. Film bu ilişkiye ve genç sevgilisiyle birlikte kocasını zehirleyen idam mahkumu Hanım Kuzu’nun (Perihan Savaş) dramına odaklanır. 

Yönetmenliğini Türk Sinemasına hem yönetmen hem de akademisyen olarak büyük katkılarda bulunan Halit Refiğ’in yaptığı “Karılar Koğuşu”nun hikayesi, Kemal Tahir’in anılarına dayanarak kaleme aldığı aynı adlı romandan uyarlanmış.  Kemal Tahir Türk edebiyatının en üretken yazarlarından birisidir. Sol dünya görüşüne sahip olan yazar, Marksizm’i Türk toplum yapısına uyarlamak için toplumu anlamaya çalışmış, edindiği bilgileri romanları yoluyla okuyucularına aktarmıştır.

Nitekim dönemin Türk toplumunun bir kesitini yansıtan film, toplumsal ve ahlaki değerler, adalet ve kadınların yaşadığı zorluklar gibi temalar üzerine gider.  Filmde kadınların yaşadığı haksızlıklar ve çatışmalar, adalet ve toplumsal cinsiyet konularını sorgulamaya yönlendirir. Kadir İnanır (Murat/Kemal Tahir), Hülya Koçyiğit (Tözey), Perihan Savaş (Hanım Kuzu), Erol Taş (Baş Gardiyan), Tuncer Necmioğlu (Hacı Abdullah), Ayşegül Ünsal (Şefika) ve Serra Yılmaz (Arşanuzlu Safiye) gibi güçlü oyunculardan oluşan cast, filmin dramatik etkisini, hikayenin duygusal gücünü ve gerçekçiliğini güçlendiriyor.

Bu film hakkında daha fazla bilgi

2. SOĞUKTU VE YAĞMUR ÇİSELİYORDU

“Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu”, Leyla (Türkân Şoray) adında herkes tarafından hayranlıkla izlenen bir Türk Sanat Müziği solisti ve onun saz ekibindeki üye, udi Cemal Bey (Ekrem Bora) arasındaki duygusal ilişkiyi ele alır. Cemal Bey’in ani ölümüyle başlayan hikaye, geleneksel bir doğrusal anlatım yerine, Leyla’nın geçmişe dönük hatırlamaları aracılığıyla ilerler. Leyla, bu beklenmeyen kayıp sonucu içinde hissettiği açıklığı anlamlandırmak ve kabullenmek için Cemal Bey’in evine ziyarette bulunur, onun ailesi ve arkadaşlarıyla konuşarak yaşananları ve duygularını yeniden ele alır ve anlamlandırmaya çalışır.

Engin Ayça’nın yazıp yönettiği,  “Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu” filmi, ünlü bir Türk Sanat Müziği şarkıcısı olan Leyla’nın, ud sanatçısı Cemal’in ölümünün ardından yaşadığı derin kimlik krizini ele alıyor. Filmde, geçmişle gelecek arasında gidip gelen bir anlatım tercih edilirken, yönetmen ‘anın’ önemini vurguluyor. Leyla ve Cemal arasındaki gizli aşk, Cemal’in vefatı sonrası Leyla’nın yaşadığı değişimle ortaya çıkıyor. Leyla, bu kayıpla içsel bir dönüşümü deneyimliyor. Yönetmen, filmde şimdiki zamana odaklanan bireylerin karşılaştığı sorunlara ve Cemal karakterinin hayattayken fark edilmemesi üzerinden kültürel kimliklerin yitirilmesine dikkat çekiyor.

Filmdeki platonik aşk öyküsü, türün gerekliliklerini karşılayan etkileyici bir hikâye sunarken, filmi, komedi ve melodrama sırtını dayamış olan Türk Sineması’nda önemli bir yere konumluyor. Başroldeki Türkân Şoray ile Ekrem Bora ve Gülsen Tuncer’in ödüllü performansları dikkat çekici. Şoray’ın karakteri, Engin Ayça’nın hikayesi sayesinde farklı bir biçim ve içerik kazanırken, Bora ve Tuncer de karakterlerini sade etkileyici bir performansla canlandırıyorlar​​. Bazı sahnelerde vasat ve zorlama diyaloglar içeriyor. Aslında film bazı parlak anlarla vasat anlar arasında gidip gelen bir seyir izliyor. Özellikle Yıldız Parkı’nda geçen sahne, filmin en etkileyici bölümlerinden biri olarak kabul ediliyor. Film, aynı zamanda nesneler üzerinden dokunaklı anlar yaratmayı başarıyor ve seyirciyi, zamanın geçiciliği/kalıcılığı, insanın ve nesnelerin geçiciliği gibi temalar üzerinde düşünmeye itiyor​​. Türk Sineması için bir hazine.

Bu film hakkında daha fazla bilgi

1. CAMDAN KALP

Kirpi (Genco Erkal) bir zamanlar şöhretli bir senaristken yazdığı filmler artık fazla ‘sanatsal’ bulunduğu için gözden düşmüştür. Bu sebepten ötürü karısı ile de araları bozulmuştur. Yaşadığı ‘sahte’ hayattan bunalmış daha ‘gerçek’ şeyler aramaktadır. Evine temizliğe gelen Kiraz’ın (Şerif Sezer) yaşadığı sorunlarla yakından ilgilenmeye başlar. Kocası Kiraz’ın üzerine kuma getirmeye niyetlidir. Kiraz’a yardı etmek isteyen Kirpi hiç tanımadığı tekinsiz bir dünyaya adım atar. Kiraz’a tamamen insancıl duygularla yardım etmek isterken trajik bir sona doğru yaklaşır.

“Camdan Kalp”, daha önce “Faize Hücum”, “Pehlivan”, “Bir Yudum Sevgi” gibi filmlerde senaryo yazarlığı yapan Fehmi Yaşar’ın ilk ve tek filmi. Entellektüelliğin banalliğini içinde yuvarlanan bir küçük-burjuva aydınının, gerçekte hiçbir fikri olmadığı, aldatılan, evde ve sokakta her türlü tacize uğrayan, kocasından dayak yiyen çok çocuklu kadınların dünyasına girmesinin hikayesi. Üstelik katı bir gerçekliğe sahip bu geçiş fantastik ögelerle de zenginleştirilmiş.

İlk izlediğimde oldukça beğendiğim Camdan Kalp, Türk Sinemasında az rastlanır bir anlatı.  Her şeyden önce Genco Erkan’ın harika oyunculuğu ile bu ‘farklı dünyalar’ hikayesi hiç sırıtmıyor ve giderek artan gerilim ile birlikte seyirciyi kendi dünyasına sokmayı başarıyor. Filmin özellikle Güneydoğu sahnelerinin gerçeküstü havası, aslında Kirpi’nin kafasındaki gerçeklikle, varolan gerçek arasındaki çatışmayı gösteriyor. Film toplumdan kopuk, kendi küçük düşünsel dünyasına hapsolmuş Türk aydınının bir eleştirisi. Kirpi öylesine büyük bir aydın kibri içinde ki; hiç bilmediği bir toplumun yerleşik kurallarını tek başına değiştirerek bir insanın hayatını kurtarmaya girişiyor. Bu ümitsiz girişim onu trajik bir sona doğru sürüklüyor. Camdan Kalp, oyuncu performanslarının ön planda olduğu bir film. Dramatik gelişmelerle gülmece unsurunun iç içe geçtiği hikaye boyunca, mizah duygusu altan alta hep hissettiriyor kendisini. Başta Genco Erkal olmak üzere, Deniz Gökçer, Şerif Sezer ve Füsun Demirel, filmin tekinsizliğini, gerçekle hayal arasında gidip gelmelerini çok iyi yansıtıyorlar. Açıkçası yönetmen Fehmi Yaşar’ın yönetmenlik serüvenini bu filmle sınırlamış olması Türk Sineması açısından üzücü olmuş.

Bu film hakkında daha fazla bilgi

İlgili Yazılar

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.