Televizyonun bir ideolojik aygıt olarak kavranması, her ne kadar televizyon pratikleri ve televizyonun bir toplumsal süreç içinde değerlendirilmesi çerçevesinde anlamlıda olsa, bir takım sınırlılıklar ve zayıflıklar gösterir. Bu zayıflıklardan en önemlisi ideolojinin tek yönlü, sınırlayıcı ve tümüyle maddi ilişkiler üzerinden değerlendirilmesi ile ilgilidir.
Öncelikle televizyonda gerçekliğin kurulması, bir tercih değil bir zorunluluktur. Gerçeklik insana verili değildir. Dolayısıyla nesnel ve doğru bir gerçeklikten söz etmek mümkün olmaz. İnsan gerçekliği nesneler yüklediği anlamlarla kendisini kurar. Bunu yaparken de simge ve sembolik formlardan yararlanır. Dolayısıyla gerçekliğin kurgulanması, söylemin oluşturulması ve dünyanın anlamlı bir hale getirilmesi, televizyonun kendine özgü bir karakteristiği olarak olumlanamaz ve olumsuzlanamaz. Ancak televizyonun, oluşturduğu üst-söylem ve bu söylemi üreten ekonomik ve sosyal değerler bütünü eleştirilebilir. Dolayısıyla televizyon nedir sorusu, televizyonun söyleminin artyöresi oluşturan ‘anlamlandırma siyaseti’ çerçevesinde düşünülebilir. Anlamlandırma siyaseti televizyonun nasıl olup da bir üst-söylemi, başat ve sürekli kılmayı başarabildiğini açıklama potansiyeline sahiptir.
Gerçeğin kurgulanması, ya da anlamlandırma süreci, tümüyle toplumsal bir pratiktir. Çünkü televizyon ortaya belli bir ürün koymak için elindeki anlam üretim araçlarını -teknolojik donanımlarını belli bir tarzda kullanır. Bu tarz tamamıyla belirli bir toplumsal örgütlenme içinden evrimleşmiştir.[1] Raymond Williams, teknolojinin belli bir toplumsal yapı içinde kullanım şekillerini ve bu kullanım şekilleri arkasındaki ‘niyet’lerin (intension), televizyon olgusuna tarihsel bir yaklaşımın ön koşulu olduğunu belirtir.[2] Dolayısıyla televizyonun ne olduğu sorusuna yanıt, onun anlamlandırma siyaseti içinde bir gerçeklik kurmak için ürettiği simgesel ürünlerin hangi niyetle, ve nasıl bir örgütlenme içinde ortaya çıktığının incelenmesi ile verilebilir.
Anlamlandırma siyaseti, Gramsci’nin kavramsallaştırdığı şekliyle hegemonya nosyonu çerçevesinde düşünülebilir. Hegemonya, siyasal, toplumsal ve kültürel güçler arasında iç içe geçmiş karmaşık iktidar mücadelesini nitelemek için kullanılan bir kavramdır. Söz konusu olan yalnızca bilinçli bir düşünceler dizgesi değil, özgül anlamlar ve değerler tarafından pratik olarak örgütlenen bütün bir toplumsal süreçtir.[3] Bununla beraber hegemonya kavramı, egemen sınıfın geliştirdiği ve yaydığı anlamları, değerleri inançları dışlamaz. Egemen olma ve boyun eğme ilişkilerini pratik bilinç ve tüm yaşam sürecinin bir parçası olarak ele alır.
Hegemonya kavramı çerçevesinde ideoloji, herhangi bir belirlenimci mantıktan çıkarım yapılarak öngörülebilir bir nitelik taşımaz. Toplum üzerine dayatılmış verili bir gerçeklik ya da bir dünya görüşü değildir. İdeoloji, bir içerikten ziyade, bir yapıdır; imgelerin ve kavramların düzenlenmesini ve işlev görmelerini belirleyen bir kurallar dizisidir. Veron ideolojinin nasıl işlediğini şu şekilde dile getirir;
“…İdeoloji belirlenmiş kodlar halinde bir mesaj değil, gerçekliği kodlama sistemidir… bu şekilde ideoloji, kendi faillerinin bilinci ya da niyetiyle ilişkisi bakımından özerk hale gelir. İdeolojinin failleri, toplumsal biçimler hakkındaki kendi bakış açılarının farkında olabilir ancak, bu bakış açılarını olanaklı kılan semantik koşulların bilincinde değillerdir. Böyle bakıldığında ideoloji, mesajların yaratılmalarına temel oluşturan bir semantik kurallar sistemi olarak tanımlanabilir.”[4]
İdeoloji oynanan oyunun kuralları ise eğer, hegemonya da bu oyunun oynandığı alandır. Televizyon söylemi, bir takım semantik kurallar ve belirli formatlar ve teknolojik olanaklar çerçevesinde, belirli bir toplumsal sınıfın değerleriyle örtüşen bir şekilde belirlenir. Ancak bu üst-söylem hiyerarşinin altında bulunan radikal söylemlerden bağımsız olarak düşünülemez. Söylemler arasında sürekli bir anlamlandırma ve gerçeklik yaratma mücadelesi vardır. Çoğu zaman bu mücadele radikal söylemlerin üst-söyleme eklemlenmesi ve marjinalliklerini kaybetmesiyle sonuçlanır. Ancak bu sonuç, üst-söylemin kendisinde de bir değişiklik olmadığı anlamına gelmez. Tersine üst-söylem kendini bu mücadele içinde süreklileştirir, meşrulaştırır ve yeniler.
Televizyon için düşünüldüğünde söylem üzerindeki bu mücadele nasıl olur? Stuart Hall, Televizyon Söyleminde Kodlama ve Kodaçımı (Encoding and Decoding in the Television Discourse) adlı makalesinde, televizyonu mesajların ve karmaşık söylemlerde düzenlenmiş göstergelerin üretilmesi için örgütlenmiş toplumsal ekonomik ve teknolojik aygıtlar olarak tanımlar. Mesajların üretimi, kapsamlı bir şekilde anlam bildiren dilin aktarımından geçmeksizin gerçekleştirilemez. Olaylar ve olgular kendi başlarına anlam bildiremezler. Olayların anlaşılabilir kılınması gerekir. Toplumsal anlaşılabilirlik süreci, ya da dünyayı anlamlı kılma, tam da ‘gerçek’ olayları simgesel biçime tercüme eden pratiklerden oluşur ki, buna kodlama denir.[5] İzleyici televizyon profesyonelleri tarafından kodlanan anlamları, içinde bulunduğu toplumsal şartlara göre alımlar. İzleyici medyadan bağımsız bir simgesel dünyada yaşıyordur ve her zaman televizyonun ona sunduğu kodları ‘doğru’ açımlayamayabilir.
Hall, televizyon söyleminde anlamın oluşturulmasının, herbirinin kendine has tarzları ve koşulları olan üç temel düzeyi olduğunu iddia eder. Birinci düzeyde, medya profesyonelleri, bir sosyal olguyu (ham madde) bir söyleme dönüştürürler. Bu düzeyde etken olan süreçler, üretim kalıpları, teknolojik olanaklar, ideoloji, kurumsal bilgi, ve izleyici hakkındaki yargılardır.[6] Televizyona üretim yapıları, televizyon söylemini yaratırken, toplumun kültürel ve siyasi yapısını oluşturan farklı söylemsel formasyonlardan yararlanır. İkinci düzeyde anlamlar ve mesajlar bir söylemsel formasyon içinde kodlanmıştırlar.[7] Üçüncü düzeyde ise, izleyici bu kodları kendi dünya görüşüne uygun olarak açar veya açamaz. İzleyici artık sosyal olgu ile değil, olgunun söylemsel düzeye transfer edilmiş haliyle karşı karşıyadır. Şayet, bu olgu izleyiciye ‘anlamlı’ geliyorsa izleyici kodaçımı yapabilir; gelmiyorsa tüketim olmaz ve böylece televizyonun üretttiği mesaj izleyici üzerinde etkide bulunamaz.[8] Dolayısıyla televizyonun izleyici üzerinde mutlak bir etkisinden söz edilemez. Kodlama ve kodaçımı düzeyleri birbirinden farklı sosyo-politik koşullarda gerçekleşir. Medya profesyonelleri kodlanan mesaj ile anlaşılan mesajın birbirine uygun düşmesini, yani tüketimi arzu ederler. Ancak bunu garanti edemezler. Her zaman anlaşılamama olanağı mevcuttur.[9]
Hall, televizyon söylemi içinde kodlanan mesaj ile izleyicinin anladığı ya da anlamadığı mesaj arasındaki ilişkinin üç yolla gerçekleştiğini söyler. Bunlardan birincisi ‘baskın-hegemonik pozisyon’dur. Bu durumda izleyici kodlanan mesajı tam ve doğru olarak alımlar. İkinci olarak izleyici baskın kodu, açmakla birlikte ona karşı bir eleştiri getirebilir. Ancak bu eleştiri mesajın tamamına yönelik değil parçalıdır. Hall, bu duruma ‘müzakereli pozisyon’ der. Son olarak, izleyici baskın kodu tamamen farklı referanslar üzerinden açar veya açamaz. ‘Karşıt pozisyon’ denilen bu durumda izleyici mesaja karşı muhalif bir konumda yer alır ve onu her koşulda olumsuzlar.[10]
Hall’un televizyon söylemini anlamak için kullandığı bu şematik çözümleme, üst-söylemin, hem üretim aşamasında, hem de tüketim aşamasında bir anlamlandırma süreci içinden oluşturulduğunu iddia eder. Medya profesyonellerinin amacı her zaman izleyicinin yeğlenen anlamı algılaması ve üst-söylemin çizdiği çerçeve içinde kodaçımı yapmasıdır. Dolayısıyla karşıt pozisyon, televizyonun üst-söylemi için tehdit edici bir konumlanmadır. Bununla birlikte, müzakereli pozisyon üst-söylem ya da başat kodların kendini meşrulaştırabileceği bir zemin hazırlar.
“İzleyicinin kendisini ideolojilerin hegemonik alanı içine yerleştirme tarzı bazında kapsamlı ‘istisnalar’ yapılmasına izin veren, ama aynı zamanda daha geniş menzili, kapsayıcı gönderme alanını, başat kodaçımlarının daha geniş tutunumunu meşrulaştıran müzakereli kodaçımları… sınıfların yapılaşmış tamamlayıcılığı denilen fenomeni yansıtır ve buna dayanır. Yani hegemonik kodlar içindeki müzakere alanları tam da söylem içinde anonim ve tabi sınıfların kendilerini yerleştirdikleri alanlar yaratır.”[11]
Farklı okumaların, eleştirel söylemlerin üst-söylem sınırları içinde dile getirilebildiği bu müzakereli mekanların, televizyonun meşruluğu için hayati bir önemi vardır. Televizyonun kurduğu gerçekliğin doğallaşması için gereken oydaşmanın inşası bütünüyle bu meşru zeminin yaratılmasına dayanır. Bu süreç, tamamıyla televizyonun üst-söyleminin toplum üzerindeki etkinliği üzerinden işler. Dolayısyla televizyon hem kendi meşruluğu hem de üst-söylemin artyöresini oluşturan baskın değer, norm ve toplumsal ilişki şekillerinin meşruluğu için hegemonik bir alan üretmekle mükelleftir. Televizyonun kendisi de –anlamlandırma siyaseti çerçevesinde bir toplumsal mücadele mekanı olarak- bu süreci içinde barındırarak toplumda oluşan bu müzakereli alanı kendi içinde üretir.
Referanslar
[1] Hall, S., (1982), “Rediscovery of ‘Ideology’: Return of the Repressed in Media Studies”, Culture Society and the Media içinde, Der. M. Gurevitch, (Londra: Routledge), sf: 68
[2] Williams, R., (1972), Television: Technology and Cultural Form, (Fontana), sf:18
[3] Williams, R. (1977), Marxism and Literature, (Londra: Oxfort University Press), sf:108-109
[4] aktaran Hall, S., (1982),a.g.e., sf:71
[5] Hall, S., (1993), “Encoding and Decoding in the Television Discourse”, The Cultural Studies Readers içinde, Der: S. During, (Londra: Routledge), sf: 128
[6] Hall, S., (1993), a.g.e., sf: 129
[7] Hall, S., (1993), a.g.e., sf: 131
[8] Hall, S., (1993), a.g.e., sf: 128
[9] Hall, S., (1993), a.g.e., sf: 135
[10] Hall, S., (1993), a.g.e., sf: 136-138
[11] Hall, S., (1999), “Kültür, Medya ve ‘İdeolojik Etki’”, Medya İktidar İdeoloji içinde, Çev: Mehmet Küçük, (Ankara: Ark Yayınları), sf: 238