Alexander C. Karp ve Nicholas W. Zamiska’nın birlikte kaleme aldığı The Technological Republic: Hard Power, Soft Belief, and the Future of the West (2025), teknoloji ve jeopolitik kesişiminde konumlanan politik bir çağrı niteliğinde. Yayınlandığı ay New York Times Bestseller olan kitabın içeriği kadar yazarları da tartışma konusu.
Alexander C. Karp, Pentagon ile yakın çalışan bir yazılım ve veri analitiği şirketi olan Palantir Technologies’in CEO’su. Özellikle büyük veri analizine odaklanan şirket, başta ABD istihbarat ve savunma kurumları olmak üzere birçok devlet kurumu ile çalışıyor. Palantir’in kamu kurumlarıyla olan yakın ilişkisi, özel şirketlerin devlet işlevlerini üstlenmesi ve demokratik denetim mekanizmalarının zayıflaması açısından eleştiriliyor.
Palantir’in, özellikle ABD Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza (ICE) kurumu ile olan işbirliği, insan hakları savunucuları tarafından yoğun şekilde eleştirilmişti. Şirketin yazılımlarının, göçmenlerin izlenmesi ve sınır dışı edilmesi süreçlerinde kullanıldığı iddia edilmişti. Palantir’in, yapay zeka destekli askeri teknolojiler geliştirmesi ve bu teknolojilerin savaş alanlarında kullanılması, uluslararası hukuk ve etik açısından tartışmalara neden olmuştu. Özellikle şirketin, İsrail Savunma Kuvvetleri ile olan işbirliği ve Gazze’deki operasyonlara katkısı, insan hakları ihlallerinde şirketin rolünü tartışmalı hale getirmişti.
(Bu yazı için Notebooklm ve ChatGPT 4o kullanıldı.)
Batı’nın Geri Çekilişi: Silikon Vadisinden Tekno-Milliyetçiliğe
Karp ve Zamiska’nın kitaptaki temel argümanı, Batı’nın özellikle elit sınıfları ve teknoloji sektörü eliyle kendi kültürel ve stratejik temellerinden uzaklaştığı yönünde. Silikon Vadisi, bu eleştirinin başlıca hedefi durumunda. Yazarlar, Silikon Vadisi’nin mühendislik birikiminin kolektif amaçlardan ziyade bireysel, kısa vadeli, tüketici odaklı projelere yöneldiğini ve devletle organik bağlarını kopardığını ileri sürüyor. Devletin sağladığı altyapı ve güvenliğin meyvelerini yiyen bu şirketlerin, ulusal savunmaya katkı sağlamayı bir tür yük olarak görüyorlar ve bu durum Batı’nın zayıflamasında belirleyici bir rol oynuyor.
Yazarlara göre, burada sadece teknolojik değil, aynı zamanda kültürel bir çözülme de söz konusu. Yazarlar, “iyi yaşam” ve “ulusal kimlik” gibi kavramların yerini maddi başarı ve pragmatizme bıraktığını, Batı’nın entelektüel sınıflarının hakikat, erdem ve sorumluluk gibi kavramlardan uzaklaştığını öne sürüyorlar. Allan Bloom’dan Habermas’a, Milgram’dan Isaiah Berlin’e uzanan entelektüel referanslarla, bu kültürel erozyonun tarihsel ve yapısal temelleri irdeliyorlar.
Kitap, Batı’nın yumuşak güce dayalı söylemlerle global bir güvenlik mimarisi kurma iddiasını yetersiz buluyor. İnsani değerlerin, yazılım temelli askeri teknolojiler karşısında etkisiz kalacağına işaret ediyor. Bu bağlamda, özellikle yapay zekâ destekli otonom silah sistemlerinin geliştirilmesi bir gereklilik olarak sunulurken. “Oppenheimer Anı” metaforu, bu zorunluluğu dramatik biçimde vurguluyor: tarih, teknolojik üstünlüğün aynı zamanda stratejik bir mecburiyet olduğunu iddia ediyor. Palantir’in kendisi de, bu stratejik vizyonun örneği olarak sunuluyor. Şirketin “eyleme dayalı teori” anlayışı, klasik kurumsal yapılardan saparak, güvenlik-devlet iş birliğine dayalı bir yol haritası öneriyor. Sözün özü, teknoloji şirketleri ile ABD hükümetini bir arada çalışmaya davet ediyor.
Yeni Bir Ulusalcılık mı, Tekno-Kültürel Bir Romantizm mi?
The Technological Republic, kararlı bir stratejik öneri sunarken, bazı açılardan derin çelişkiler barındırıyor. Her şeyden önce, kitaptaki Silikon Vadisi eleştirisi yerinde olsa da, bu eleştiriyi sunanların aynı teknolojik elit tabakanın mensubu olmaları, metnin iç tutarlılığına gölge düşürüyor. Palantir’in askeri-endüstriyel kompleksle olan yakın ilişkisi, kitabın savunduğu “toplumla bütünleşmiş” elit idealine ne kadar uygun olduğu sorusunu ortada bırakıyor
İkinci olarak, Batı’nın kültürel krizi olarak sunulan “açıklık”, “çoğulculuk” ve “nihilizmin” bir bütün olarak mahkûm edilmesi, toplumsal çeşitliliğe ve ifade özgürlüğüne karşı riskli bir nostalji hissi barındırıyor. Kitabın önerdiği yeniden inşa projesi, ulusal amaçlar etrafında birleşmiş bir teknokratik-militarist blok ya da bir tekno-monarşi fikri olarak okunabilir. Bu ise, bireysel özgürlük, eleştirel düşünce ve toplumsal çoğulculuk gibi Batı’nın kurucu değerleriyle çelişiyor.
Üçüncü olarak, yapay zekâ temelli sert güce yapılan vurgu, teknolojinin demokratik denetimi ve etik sınırları konusunda kaygı uyandırıcı. Yapay zekanın silah sistemlerinde kullanımı, yalnızca stratejik bir karar değil, aynı zamanda ciddi bir insan hakları sorunu. Kitap, bu konudaki etik tartışmalara yüzeysel yaklaşıyor; gücün doğasını sorgulamak yerine onu yeniden tahkim etmeye çalışıyor.
Sonuç
The Technological Republic, Batı’nın teknolojik ve kültürel bir dönemeçte olduğu tespitinde haklı. Kitap, özellikle Silikon Vadisi’nin toplumsal sorumluluktan kopukluğu ve teknoloji elitlerinin sığ pragmatizmini ifşa ederken, stratejik düşünceye dayalı net bir vizyon ortaya koyuyor. Ancak bu vizyon, kimi zaman otoriter reflekslere açık bir elitizm, eleştiriye kapalı bir milliyetçilik ve teknolojik determinizm risklerini de beraberinde getiriyor. Bu nedenle kitap, Batı’nın savunusunu güçlendirme çabasıyla, Batı liberalizmini zayıflatma tehlikesiyle karşı karşıya. Güçlü bir teşhis, ama tek yönlü bir tedavi önerisi sunuyor.
Kitap, Batı’nın kültürel ve entelektüel zayıflığını eleştirirken, liberal demokrasinin temel değerlerini sorgulayan bir yaklaşım sergiliyor. Yazarların “otantik inanç” eksikliği olarak tanımladığı durumu, aslında liberal demokrasinin çoğulculuğu ve bireysel özgürlükleri olarak yorumlanabilir. Bu bağlamda, kitabın önerdiği “yeni ulusal proje” fikri, liberal değerlerin yerini alabilecek bir teknokratik otokrasi olarak değerlendirilebilir.
Karp ve Zamiska, teknoloji sektörünün devletle daha yakın iş birliği içinde olması gerektiğini savunurken, bu yaklaşımın demokratik denetim ve şeffaflık açısından riskler taşıdığı ortada. Eleştirmenler, yazarların önerdiği modelin, Singapur gibi merkeziyetçi ve otoriter bir yapıya benzediğini ve bu durumun demokratik değerlerle çeliştiğini ifade ediyorlar.
Kitap, yapay zekâ destekli silah sistemlerinin geliştirilmesini savunarak, Batı’nın küresel üstünlüğünü sürdürmesi gerektiğini vurguluyor. Ancak bu yaklaşım, uluslararası düzenin istikrarı ve etik sorumluluklar açısından sorunlu. Eleştirmenler, teknolojinin militarizasyonunun, uluslararası hukuk ve insan hakları normlarıyla uyumsuz olabileceğini ve bu durumun küresel barışı tehdit edebileceğini belirtiyorlar. Kitabın önerdiği modelin, liberal demokrasinin temel ilkeleriyle ne ölçüde uyumlu olduğu ve uzun vadede ne tür sonuçlar doğurabileceği konusunda ciddi belirsizlikler var. Kitap, liberal demokrasi yerine, teknoloji şirketlerinin devletle tam uyum içinde çalıştığı bir tekno-monarşi öneriyor gibi görünüyor.
Bu konuda daha fazla okuma yapmak isteyenler için kaynaklar:
- E. Digby Baltzell – The Protestant Establishment: Amerikan elitlerinin dönüşümünü ve bir kast sistemine evrilme tehlikesi
- Peter Turchin – End Times: “Elitlerin aşırı üretimi” teorisi üzerinden Batı toplumlarında artan kutuplaşmayı ve krizler
- J. Robert Oppenheimer – The Open Mind (seçmeler): Bilimin etik sorumluluğu üzerine düşünceler; “Oppenheimer Anı” metaforunun arka planı için.
- Shoshana Zuboff – The Age of Surveillance Capitalism: Teknoloji şirketlerinin denetlenmesi gereken güç yapıları haline gelmesini sorgulayan bir inceleme.
- Virginia Dignum – Responsible Artificial Intelligence: Yapay zekâ geliştirirken etik, şeffaflık ve toplumsal sorumluluk üzerine çerçeve önerisi.
- Frank Pasquale – The Black Box Society: Algoritmik kararların şeffaf olmaması ve bunun demokrasiye etkileri üzerine bir analiz.
